“Ne yapıyorsun böyle Kukumav kuşu gibi?”
“Ne yazmalı, ne yazmalı, diye düşünüyorum!”
“Niye? Mevzu mu yok?”
“Tersine; hayat, konuşulacak, yazılacak mevzuudan geçilmiyor.”
“E peki, niye yazmıyor, yazamıyorsun?”
“Kafam karmakarışık da ondan!”
Böyle zıtlıklarla başladıysam da yazıma, aslında kafam gayet duru! Şu yukarıdaki konuşmalara benzer bir iç karışıklığım filan yok. Hayat uzun süredir, neredeyse ak ve kara benim için; iki kere iki dört! Bitti! Huzur için şart çünkü bu kadar sadeleşmek. Aman Allah’ım, bazen düşünüyorum da, ruhum tam bir Çıfıt Çarşısı idi bir zamanlar… Soruların, sorunların, olasılıkların, isteklerin, hedeflerin, zanların dolambaçlarında idim ve “Dünya” öyle büyük, öyle karmaşık geliyordu ki bana, habire kaybolup duruyordum. Toysun tabi; asıl istediğinin ne olduğunu, kendinin aslında ne olduğunu, hayatın ne demek olduğunu bilmiyorsun… Neyse ki geçtim o yollardan da bir gün Huzur’a vardım; kendi huzuruma, Huzur’un huzuruna… Sonra dedim ki onlara,
“Ey Sema Hatun! Ey Huzur Efendi; sizden bir talebim var!”
“Buyur,” dediler, iyi ağırladılar beni, saygı ve hürmet gösterdiler…
Dedim, “Sizi bulana kadar imanım gevredi… Bir daha uzağınıza düşmek istemem!”
“Ne güzel işte! Kendi kendine becermişsin bu işi! Bizden ne istersin?”
“Ya yine uzağınıza düşersem, diye çok korkuyorum. Var mı bana vereceğiniz püf noktaları, sihirli formüller filan?”
Öyle bir bakıştılar ki birbirlerine; beni aşağıladılar mı, yoksa şefkatle, “Bak nasıl da dize geldi sonunda!” bakışı mıydı o, hâlâ bilmem…
“Biz söylersek nasihat olur; iyisi mi yine sen bul o korkularının panzehirini…”
Anlaşılmıştı; zorlu yollar bekliyordu beni yine… Şimdi anlatmaya kalksam Fizan’a yol olur. İyisi mi gittiğim yolları değil, “vardığım” yeri söyleyeyim size ben: Çocukluğumdu o! Çocuk hâlimdi…
Gönlümüzle, sezgilerimizle yaşadığımız o pervasız, saf, umutlu günlerimize çıkmıştı, yol…
Sabahlara çay, börek, çörek kokusuyla uyandığımız, uyanıp da sevindiğimiz o çocuk günlerimize; kahvaltıların sakince ve hakkını vererek edildiği, her şeyin kokusunun derince içe çekildiği; uçan kuşlarla, yüzen balıklarla, sokaktan geçen el arabalı satıcılarla sevindiğimiz; yağmurdan, göğün gürlemesinden, şimşeklerden, yıldırımlardan korkmayıp, onları camdan romantik romantik seyrettiğimiz, en fazla, “Ay! Şu havalar geçse de sokağa çıkıp oynasam,” dediğimiz o hâllerimize çıkmıştı…
Hayatın bütün seslerinin, kokularının heyecan yarattığı; yazları evlerden hayata savrulan radyo, çatal, bıçak, insan seslerinin, bahçelerdeki güllerin, karanfillerin, filbahrilerin, hanımelilerin bizleri mutlu ettiği, hatta sevince buladığı, akşamsefalarının açılıp kapanmalarını şaşkınlıkla izlediğimiz, o günlere.
Güneşle sadece bedenimizin değil ruhumuzun da ısındığı, ilk karpuz kabuğunu neşeyle denize atıp, sonra da millet için değil, yanmak için değil, sadece suyla, yüzmeyle buluşmak için denize girmeye can attığımız döneme…
Çiçek böcekle oynaşıp konuştuğumuz, onların hepsini dosttan, arkadaştan saydığımız, ille de sevecek bir hayvanımızın olduğu, kötülük yapmanın, birini üzmenin, küslüğün, öğretmenimize, büyüklerimize terbiyesizlik yapmanın çok ayıp olduğu günlere…
Yarını hep umut ve sevinçle beklediğimiz o korkusuz, o yiğit günlere…
Hastalık filan düşünmediğimiz, bilgilerin duygularımızı köreltmediği o saf, arı, duru döneme…
Ah, o; hayatı bir oyun olarak gördüğümüz, her yerin bize oyun alanı olduğu; nefes neymiş, sağlık, ölüm, yaşamak neymiş, şu neymiş, bu neymiş diye tarif etmeyip, bütün her şeyin sadece yaşandığı, sadece keyfinin sürüldüğü günler!
İnanın; henüz tamamen “kendimiz” olduğumuz; ana programa henüz birkaç küçük kaydın eklendiği; gülücüklü, umutlu, sevgi dolu, az kaygılı; kokuyu, sesi, umudu, hayatı dolu dolu hissettiğimiz “o muhteşem yer”den başkası yar değil bize…
Çocukluk meğerse bilgeleşip de varmak istediğimiz o yermiş; meğerse çocukluk, insanın en bilge haliymiş; bunu bildim, bunu öğrendim, kendimi onda buldum…
Şimdi kıblem, o saflık! Kâbe’mse tabiat!
Yarına, yaşamaya ve hayata dair umut da var orada, mücadele ve kavga da. Ama kendi halince ve sakin… Deli dolu Amazonluk var ayrıca… Ciltler dolusu bilgi/bilim var, her bir sıkıntının üstesinden gelmeye yarayan… En önemlisi de hayatla ilgili onca kavgadan doğan, onca kavganın getirdiği “muhteşem bir barış” var, sevgi var, sevmek var… Ne Oidipus-Elektra kopleksi bırakıyor insanda, ne de oram buram kırışmış kaygısı… Yarın kaygısı ise hak getire; an’ın içine muhteşem bir salıncak kuruyor ve salınıyorsun… “Sonra,” diyorsun, “nasılsa gider bu huzur, hayata yansır…”
Belki de böyle güzelleşecektir dünya; bize yanlış öğretmişlerdir…
Herkesin huzuru bulup şu yeryüzünün yüzünü güldüreceğini umut etmek, çok hoşuma gidiyor… Yeni umudum bu! Yeni sloganımsa, “Tek Yol; Sevgi, Barış ve Huzur…”
Kendinle barışmak, kendini (sahiden) sevebilmek; diğer insanlarla, hayatın bütünüyle, tabiatla, börtü böcekle barışmayı ve onları da sevmeyi getiriyor çünkü…
“Peki ya kötülük? Onunla savaşmayacak mıyız?” mı dediniz?
Elbette “No pasaran!”*
Elbette, hak, hukuk, adalet için mücadele baki!
*No Pasaran: İspanya İç Savaşı’nın en önemli sembollerinden biridir ve Türkçe, “geçit yok, onlar geçemez!” anlamına gelir.