“Nasılsınız iyi misiniz? Bizden sual ederseniz sağlığınıza duacıyız…”
Çocukluğumda böyle başlardı mektuplar; bacak kadardım, yaşlı ve okuma yazması olmayan komşularımızın mektuplarını yazardım, oradan bilirim… Daha o yaştan bayılırmışım okuma yazmaya. Annem söyler, “Nerede bir gazete, dergi, kitap görsen; yağmur, çamur demez, durur, okurdun.” Kadın, bu okuma sevdam yüzünden ikrahlık getirmiş benden. Yollarda hep kolumdan çekelermiş. Düşünüyorum da, “meseleyi” daha o zamanlardan çözmüşüm. Çünkü insan, okumaz yazmazsa bu hayatı nasıl anlayabilir, onun üstesinden nasıl gelebilir ki? Aferin, benim çocuk hâlime…
Her şeyi okurduk biz; masallar, hikâye kitapları, çizgi romanlar, resimli romanlar, gazeteler, gazete ekleri, dergiler… Evimizin bir arka bahçesi, orada da bir ahır, sundurma ve neredeyse sokağımızın bütün kedilerinin gelip doğum yaptığı bir kömürlüğümüz vardı. Oyunlarımızı o sundurmada, ahırın girişinde ya da kömürlükte kurardık. Sadece o mu? Ön bahçemiz, komşu bahçeler, sokaklar, her yer oyun alanıydı bize. Özgürce oynayan, yıldızlar çıkmadan evlere girmeyen şahane çocuklardık… Dünya bizimdi be! Dizler, eller, kollar yaralı olsa da ruhlar yarasızdı, pek şendik. Ah o çocuk dolu sokakların cıvıl cıvıl çocukları! Gönlü kalabalık olur onların; her şeylerini paylaşırlar, pervasızdırlar… Biz de öyleydik, ayrı gayrımız yoktu; aynı gazete, dergi, kitabı elden ele paylaşır, aynı bardaktan su, aynı şişeden gazoz içerdik. Pipet de neymiş, dayar ağzımızı içerdik; aynı kaptan yemek yemişliğimiz bile vardır… Öyle hastalık mastalık da geçmezdi; ne kimseden kimseye, ne de tozdan, topraktan bize. Hatırlıyorum da ilk ateşli hastalığımı 18 yaşımda yaşadım, o da bademcik yüzündendi… Şu güzelim dünyanın, o pervasız çocukları…
Sanırım bu yüzden hâlâ peşimizi bırakmaz, varlığımızı paylaşmak. Varlık derken de “neyimiz varsa” demek istedim; bilgimiz, becerimiz, zamanımız, elbisemiz, takımız, yemeğimiz, evimiz, paramız… Sevdik mi tam severiz; sevdiğimizle üzülür, onunla seviniriz ve onu yargılamak da neymiş, elden geldiğince anlamaya çalışırız… Sevmenin böyle bir şey olduğunu öğrettiler çünkü… Çünkü güvenmek, özen ve emek vardı Sevgi’nin tam orta yerinde. Öyle bir şeydi sevgi! Sevdi mi ölümüne sevilirdi. Ölümüne dediğim de, bugünün geyiğiyle söylersek, “Pazara kadar değil, mezara kadar!” O yüzden “çoğu” arkadaşım ve dostum, hâlâ arkadaşım ve dostumdur benim… O yüzden “çoğu” merhabamı, dostumu, arkadaşımı yüreğimin üstünde taşırım ben. Onları düşününce gönlümde güller açılır… Teşekkür ederim bende öyle iz bırakanlara… Hepiniz zenginliğimsiniz benim…
“Çoğu” sözcüğünün dışında kalanlarla ilgili elbette ki bir şey demeyeceğim! Gıybete girer çünkü! (Bu cümleyi kıs kıs gülerek yazdığımı bildirmek isterim.) Fakat “Çoğu” sınıfına girenlerle ilgili azıcık açıklama yapmak istiyorum. Onlar birbirlerine, sevgiliye gider gibi giderler… Dostun karşısında takı değil edep takınırlar ve dinlerken, saygıdan-sevgiden ötürü, gönül ceketinin önünü iliklerler… Dost olmanın, birbirine zaman ayırmanın kıymetini bilir, hakkını verirler… Yeni yaralar açıp, yorgunluklar eklemezler, aksine yara sarar ve insanı dinlendirirler… Sahici, güvenilir ve samimidirler…
Bu mektubu size, sabahın es salasında yazıyorum. Bu haminne laflarını da pek severim. Anlamını bilmesem de kulağıma hoş gelirler… Biliyorum aslında, “es sala” demenin, çok erken bir saati işaret ettiğini. Yine de baktım, sözlükler ne diyor diye… Sala; çağrı, çağırış, davet, dua demekmiş… Demek ki sabahın duasına denk gelmişim… Sabahın çağrısını duymuşum… “Sabah geliyor, uyan ey kadın!” demiş hayat… Kalktığımda kuş sesleri ve horozlar karşıladı beni. Sonra incecik Chillout şarkılar açıp güzel bir kahve ikram ettim kendime. Temiz hava içeri girebilsin diye, verandanın kapısını araladım… Oh! Yaşasın huzur… Tam bu noktada aklım diyor ki bana,
“Kızım! Bu huzursuz dünyada bu kadar huzurlu olmak da neyin nesi? Deli misin yoksa sen?”
Gönlüm cevaplıyor,
“Bilmiyorum!”
Sonra düşünmeye başlıyorum,
“Sahi, niye böyleyim ben? Huzuru nasıl buldum? Onu doğuştan mı getirdim? Yoksa bir şeyler mi bu huzura ‘Yardım Yataklık’ yaptı?”
Soru sormaya gör, cevaplar illa ki geliyorlar,
“Evet, mayam bu! Ama herkes gibi ben de altımı üstüme getirecek, doğuştan gelen güzelim denklemimi yani dengemi bozacak yığınla şey yaşadım! O kadar ki, kökten değişebilir, umutsuz, mutsuz, nihilist, kötümser biri hâline gelebilirdim. Yaşadıklarımın o kadar gücü vardı; büyüktüler, çok büyük! Peki, niye hâlâ olumlu ve ılımlı bakıyorum hayata?”
Gün ve sorular, bazen aynı anda aydınlanabiliyorlar: “Marifet, bu yazının başında ettiğin cümlede; insan okumaz yazmazsa bu hayatı nasıl anlayabilir, onun üstesinden nasıl gelebilir ki!
Gerçekten de “Aferin!” demeliyim kendimin o çocuk hâline. Çünkü baktım da hayatı anlamak/onunla baş etmek için onca kitap, makale, araştırmayı, o çocuk sayesinde okumuşum ben. Onca film, piyes, opera, bale, konser ve sergi izlemenin tetikleyicisi o çocuk olmuş. Binlerce sayfa yazıyı bana o yazdırmış. Hayatı anlama çabasında olan onca şahane dostu onun sayesinde edinmişim…
Yineliyorum; hayatın hem çok şahane hem de çok geçici bir süreç olduğunu; kendimizin hayatta hem en önemli şey hem de bir hiç olduğunu; hayatın assolistinin bazen akıl, bazen de gönül ve sezgiler olduğunu o “okumalar” sayesinde öğrendim ben…
Sadece beni değil, değen herkesi yakan cehennemi ateşlerimi öyle söndürdüm…
Yaralarımı sanatla, felsefeyle, bilimle, sporla sardım…
Çünkü yaralı benliklerin tabipleridir onlar; korkuyu, kibri, ukalalığı, kaygıyı, sadece onlar yenerler. Sen de sürekli hafiflersin, ruhun kas yapar, moralin çelik gibi olur! Yeter ki doğaya, gönlüne, sezgilerine ve yarınına varan köprüleri felsefeyle, sanatla, sporla ve bilimle ör… Tek doğru adres bu! En azından benim için böyle…
Umudu diri tutmamız umuduyla…