Sema Kaygusuz |
Ahmet Hamdi Tanpınar, yanında olmayan kadınlara şiirler yazmakta ustadır. Yaşamayan, soluk almayan, eti olmayan “o kadını” düşler bir şiirinde:
“Kim bilir neredesin?
Senindir yine akşamlar
Merdivende ayak sesin,
Rıhtım taşında gölgen var.”
Daha bir çok şairin şiirlerinde yaşayan kadınları düşündükçe, kendi kadınlığımın da şiirsel bir imgelem olduğu duygusuna kapılıyorum. Aragon, Elsa’nın gözlerine bakarak, kendi kadınını yaratıyor… Yahya Kemal, o kadını, körfezdeki derin suların aksinde, iri güllerin, mehtap ışığının altında görüyor.
Görüyorsunuz ya şairler beni haksız çıkarmıyor. Olmayan kadınlar, şiirlerde yaşaya dursunlar bir de olan kadınlara dönelim yüzümüzü.
Tam 142 yıl önce New York’da bir tekstil fabrikasında çalışan kadınlar, düşük ücret, uzun çalışma süreleri ve insan onuruna aykırı çalışma ortamlarına karşı başkaldırdı ve direnişe geçti. 8 Mart 1857 yılında gerçekleşen bu olay, kadınların, hak arama savaşının ilk kilometre taşıdır. O gün ne yazık ki 151 kadın hayatını kaybetti. Bu olaydan 53 yıl sonra, 1910 yılında Kopenhag’ da toplanan Uluslararası Kadın Konferansında, 8 Mart günü, Dünya Kadınlar Günü olarak ilan edildi. Bu günün Birleşmiş Milletler’ce benimsenmesi ancak 1975 yılında mümkün oldu.
142 yıl öncesiyle, bugün kıyaslandığında, alınan yolun azımsanmayacak ölçüde verimli olduğunu düşünmek biraz safdillik etmek olur. Çünkü, sayısal veriler, dünyadaki kadın acılarının dinmediğini ortaya koyuyor. Şu anda dünyadaki yoksul insanların 1,3 milyarı, kadın. Asya, Afrika ülkelerindeki kadınların çoğunluğu okuma, yazma bilmiyor. 3. Dünya ülkelerinin kadınları, halen geleneksel klişelerle, cinayetlere, yoksulluklara, düşük ücretlere maruz kalıyor.
Türkiye’de ise kadın tartışması gene Türkiye karakteristiğine özgü bir biçimde yol alıyor. Geçtiğimiz yıl Refah Partisi’nin propogandalarıyla, ortalıkta dolaşmaya başlayan şeriat gölgesine, büyük tepkiler gösterildi. Genelde laik kadın portresini ortaya koyan sivil toplum örgütlerinden her biri, basın toplantıları, çelenk koyma törenleri, TV forumları düzenlediler.
Bundan tam 75 yıl önce, ulusça tartışmasını bitirdiğimiz bu konular, büyük puntolarla tekrar hayatımıza girdi. Çevremizdeki kimi aydınlar, bu tartışmaların kadın kimliğini tekrar dirilteceğini öne sürdü. Hiç de öyle olmadı, bizde konular kadınla başlar, nedense hep erkekle biter. Yasa koyucuların, yargı ve yürütme erklerinin çoğunluğunun erkeklerden oluştuğunu düşünürsek, daha iyisini beklemek hata olurdu. Sonunda “Kadın dövülmeli mi?” gibi çağdışı tartışmaları dinlememek için televizyonlarımızı kilere kaldırdık.
İçi boşaltılmış TV programlarından kaçabilirsiniz ancak, gerçekler sizi üzmeye devam ediyor. “Kadın Dayanışma Vakfı” nın yaptığı bir araştırmaya göre, kadınlar, ister üniversite, ister lise eğitimi görmüş olsun, isterse gecekonduda otursun, azımsanmayacak oranda dayak yemeye devam ediyor. Gene aynı araştırma, kadmm sürekli küçük düşürüldüğünü, horlandığmı doğruluyor. Doğulu kadınlarımızın dörtte üçü okuma yazma bilmiyor. Bildiği varsayılanların ise en eğitimlisi ancak ilkokul mezunu… Çoğunluğunun sağlık sorunu var. Yaşamları ise tarlalarda tükeniyor.
Bu yüzyılda kadın erkek eşitliğinin bir tek kıstası var. Kadın öğretim üyelerimiz ne kadar artsa da; eli silah tutan kadın ordu mensuplarımız, erkeklere taş çıkartacak güçte olsa da; hatta, belediye otobüsü şoförleri kadın olsa da; iş geliyor parlamentodaki kadın sayısına dayanıyor. Kadın, emeği ve gücü paylaşmakla birlikte, emeğini, ve gücünü koruma haklarını da elinde tutabilmelidir. Türkiye’ de 550 milletvekilinin sadece 13’ü kadın. Kadın milletvekili oranı yüzde 2,4! Latin Amerika’dan Afrika’ya kadar, birçok ülkede uygulanan kadın parlamenter kotasını, Türkiye’ de uygulamakta geç kalmadık mı sizce? Bizim “alaturka erkek” taklidi yapan kadın parti başkanlarına değil, kadın duyarlılığıyla kendisini “insanlaştırmış” gerçek kadınlara gereksinimimiz var.
Benim için “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” demek, kadınsız barışın, kadınsız adaletin, kadınsız sistemlerin topalladığını tekrar anımsamak demektir. Ama özel günler, reklamcıların ve sermayelerin eline düşmeyegörsün, ortalık, çiçekten hediyeden geçilmiyor. Sanki New York’daki tekstil işçisi kadınlar, kocalarımız, sevgililerimiz bize özel hediyeler alsınlar diye öldüler!
Geçenlerde Cosmopolitan Dergisi’nin arşivlerini karıştırırken karşıma rengarenk bir sayfa çıktı. Sayfayı okurken yüzümde yayılan buruk gülümsemeyi size tekrar gönderiyorum. O burukluk, kendime saklayamayacağım kadar ağırdı.
Sayfa başlığı şöyleydi: “Kadınlar Günnü’nde Özel Bir Parti Verin, Konuklarınıza Hint Spesiyalleri Yedirin.”
İştah açıcı fotoğraflarla birlikte, bademli kalamar, domates ve mozerella kareleri, Thai usulü balık ya da susamlı karides gibi nefis tarifler verilmiş. Şimdi o buruk gülümsememin nedenini açıklayayım: O sayfada Hint kadınlarının yarattığı bir kültür, bir akşamüstü brunch’ındaki lezzet gibi gelip geçici bir öneriden başka bir şey değildi. Ama bizler o yeni yemekleri tadarken, Hint kadınlarının yaşama hakkının daha ana rahmindeyken alındığını bilmek zorundayız. Hindistan’da kız çocuğa sahip olmak, aile için “felaket” anlamına geliyor. Kız çocuk, özellikle evlilik sırasında erkeğin ailesine verilen drahoma (çeyiz parası) yüzünden parasal yükten başka bir şey ifade etmiyor. Yılda beş bin kadın, ülkedeki anti drahoma yasasına rağmen, sırf drahoma getirmediği için kocanın ailesi tarafından yakılarak öldürülüyor! Gördüğünüz gibi bu manzara, Thai usülü balık yemek kadar keyif verici değil.
Evet o şiirlerdeki kadınlar hiç yaşamadı. O kadınlar nerede, bilmiyorum. Güzellikleriyle, esrarengizlikleriyle hep suya vuran bir iz gibi dizelerde kaldılar. Ama biz, biz yaşayan kadınlar, hangi şiire, nasıl gireceğiz?
| Mayıs 1999