“Üslup, kalbi ayan eden aynadır.”
İki gündür yaz’ı yaşıyoruz burada, hava sıcak mı sıcak… İnat ettim ve ne güneşe çıktım ne de sahile. Öyle Behçet Necatigil’in dediği gibi, “Bitmeyen işler yüzünden” de değil, sadece şımarıklığımdan! Nasılsa yaz boyu buradayım. Vaktim geniş. Bir rahatlık oluşturuyor bu insanda. Telaşsız oluyorsun. Gerçi telaşlarımdan bin yıldır vazgeçmişim. Takılıyorum öyle. Hayatı salına salına yaşamak ne de güzelmiş meğer. Bu kesinlikle, düş’ünün, işinin, gücünün peşine takılmadığın anlamına gelmiyor. Savuruyorsun dileğini, talebini hayata, bir balıkçının oltasını denize savurduğu gibi… Sonra planlı, programlı, ama telaşsız bir bekleme başlıyor… O arada elbette ki yazmalar, çizmeler, oğlun, annen, kardeşlerin, sevmeler, dostluklar, seyahatler hep baki…
Tamam, hayat beni seviyor, biliyorum. Ve bu benim çok hoşuma gidiyor. Ama hayat, hayat’tan ibaret değil ki… Dünyada bir de; iktidarsız iktidarlar var; hiçbir şeyi yönetemeyen yöneticiler var; vatandaşına bakamayan Bakanlar var; insan ruhunu enikonu bozan kültür, sanat, eğitim politikaları var. İşte bunlar hiç hoşuma gitmiyorlar. Hiç beğenmiyorum onları. Düşünüyorum da bazen, “bir ülkenin ya da dünyanın başı olsam. Bütün ipler de elimde olsa, yani çok güçlü olsam; kültür, sanat, eğitim, felsefe, matematik, bilim, ekonomi, sağlık dünyası benim ağzıma baksa. Yeminle dünyayı cennete çeviririm.” diyorum… Ne nefret dili kalır ortalıkta ne de “öteki” diye bir şey; ayrılık gayrılık, sevgisizlik sonsuzluğa karışır. Hayvanları, doğayı, dereyi, ormanı, denizi, ağacı, havayı, güneşi, yıldızı, ay’ı, hayvanları sevmeyen kalmaz. Hayat bayrama döner, döndürürüm, yaparım. Madem o kadar güçlüyüm…
Niye kıs kıs gülüyorsunuz ki… Gülmeyin! Bal gibi de olur. Yeter ki insan buna niyet etsin. Meşrebi, huyu, felsefesi, buna yatkın olsun. Eğitim, okullar ne güne duruyor… Televizyonu, gazetesi, dergisi, radyosuyla medya ne güne duruyor… Sanatı, sanatçısı ne güne duruyor. Alırım yanıma işinin uzmanı ama “kalbi mutlaka iyi şeylerden yana atan” , “aydınlık kafalı” bilim insanlarını, sosyologları, her alandan sanatçıları (yazar, şair, belgeselci, sinemacı, ressam, heykeltıraş, tiyatrocu, müzisyen, dansçı, karikatürist, aktör, aktris), felsefecileri, şehir planlamacılarını, psikologları, mimarları, gazetecileri, televizyoncuları, iş insanlarını, eğitimcileri… Kurarım koskoca bir, “hayatı bayram etme eğitimi” ordusu… Ve büyük bir seferberlik ilan ederim. Cehalet, mehalet, toz olup gider. Aman da dünya ne şahane bir yer olur. Düşlemesi bile güzel. Gerçeklere hiç benzemese de güzel! Hazin bir düş bu, biliyorum… Ama ben bir Hoca Nasrettin torunuyum, “Ya tutarsa!” Tutmazsa da, şuan olduğu gibi, bunları kendi içimde, hayatımda, yakın çevremde gerçekleştirmeye devam ederim…
Acaba suçlusunu, kötüsünü, savaşçısını; insanları “Ermeni, Kürt, Türk, Zenci, fakir, eşcinsel, açık, kapalı, Alevi, Sünni, o tarikattan bu tarikattan, sağcı solcu ya da kadın-erkek diye ayıranını; kendinden olmayanı sevmeyenini; “ben bir hayvan severim” diye ortalıklarda gezinip ama sadece kendi hayvanını sevenini düzeltmek, kaç yılını alır dünyanın? Hadi, dünyadan indirim yaptım; ülkem insanını düzeltmek ne kadar zaman alır?
İşte bugün akşamüstü, yani havanın yaza dönmesinin ikinci gününde, aldım bütün bu hüzünlerimi de yanıma, denize indim. Sonra da kendimi sere serpe yere attım. Benden başka kimse yok. Güneş birazdan gidecek. Kumlar, çakıllar sımsıcak. Kederliyim dedim ya, pek bir şey görecek gözüm yok… Aklım fikrim, hayatın şu söylediğim hallerinde… Ama hayat bu, bırakır mı hiç, çekeler insanı eteğinden. Baktım yavaş yavaş çözülüyorum… O yattığım yerden ilk önce bulutlar gözündü g/özüm’e… Sıra sıra, nazlı nazlı, oradan oraya gidiyorlardı. Sonra dalgaların sesini duydum… Kalktım ayağa, dayadım sırtımı oradaki bir duvara… Kuşlar uçuştular, vıcır bıcır ötüşerek. Rüzgârı hissettim sonra, dalları, yaprakları, ağaçları, tatlı tatlı uçuşturuyordu… Yanağıma da değdi… Şefkatle… Baktım, saçlarım da yüzüme gözüme karışıyor… Hayatın dansıydı bu! Hayat durmadan dans ediyor arkadaşlar, durmadan dans ediyor! Biz burada kösnül kösnül oturalım… Mutsuzluktan, nefretten geberelim… O, dans ede ede geçip gidiyor önümüzden… Haberiniz olsun!
Televizyonlara gömülüp sinir küpü olacağımıza; öfkemizi, nefretimizi sosyal medyada kusacağımıza; bize medyadan enjekte edilen ortak ve kirli dili, düşünmeden kullanacağımıza; acaba diyorum, başka şeyler mi yapsak…
Düşünsek mesela, çok düşünsek; konuşmadan önce düşünsek, “ben ne diyorum, neye hizmet ediyorum şimdi?” desek…
Eleştirirken mesela aklımızla eleştirsek, akıllıca eleştirsek, akılcı olsak! Bilgili olsak. Çünkü bakıyorum da çoğumuzunki eleştiri değil; kızgınlık ve öfke kusması, kavga! Oysa eleştiri, duygulardan değil akıldan gelen bir şeydir. Akılla üretilir, soğukkanlılık ister…
Ene önemlisi de kızgınlık, öfke, ayrımcılık, şiddet, nefret, ırkçılık, cehalet gibi şeyler, sadece ve sadece kötülüğün işine yararlar… İyi şeyler değildirler. Yoksa biz, kötü insan olmayı mı seviyoruz? Eyvah ki ne eyvah! Çünkü hayatta hiçbir kuş diğer kuşun nereli olduğuna, nerede doğduğuna bakmaz. Hindistanlı filler mesela, Afrikalı fillerle savaşmaya gitmezler…
Saflarımızı, mutlaka ve mutlaka düşünce süzgecinden geçirerek seçmeliyiz… Kendimizi kandırmamak için şart bu; kimin faşist, kimin sosyalist, kimin sağcı kimin solcu, kimin iyi kimin kötü olduğu belli değil; o deyimdeki gibi, at izi it izine karışmış! Herkes birbirine benziyor! Oysa böyle değildi, böyle olmamalıydı… Kendimizi gözden geçirmemiz, var olan yanlışlarımızı düzeltmemiz lazım… Yoksa hayatın şu insanlı kısmı, bir cehennem gibi sürmeye devam edecek. Herkes birbirini yiyecek… Kan gövdeyi hep götürecek…
Haydi, bana eyvallah, ben hayatın dansını seyretmeye, portakal, mandalina, limon ağaçlarımı budamaya, tarlama fidan ekmeye gidiyorum… Siz de… Bilemedim ne diyeceğimi; iyi olun!