Muammer Özer, 1945 yılında Bilecik’in Demirköy’ünde doğdu. Yedi yaşında iken hayatının ilk göçünü köyden şehire Adapazarı’na göçerek yaşadı. Adapazarı’na göç hayatının en önemli dönüm noktasını oluşturdu. Çünkü orada, henüz 7 yaşındayken hayatının ilk sinema filmini seyretti ve sinemaya tutuldu.
O günden itibaren hayatını bu büyük tutkusuna adamaya karar veren Özer, Adapazarı sinemalarına gelen filmlerin hiç birini kaçırmaz, harçlığını biriktirir, hurda toplayıp satar ve topladığı her kuruşu sinema gişelerine yatırır. Üstelik de, sinemayı şeytan işi görerek yasaklayan sofu babasının dayaklarına rağmen. İzlediği filmler genellikle Hollywood filmleridir.
Bundan dolayı da sevgilinin adresi Hollywood’dur ve filmci olmak için Hollywood’a gitmek gerektiğine karar verir. Sinema kitapları, dergileri ve bol bol izlenen filmler aracılığıyla özel sinema eğitimine başlar.Bu arada sinemada makinist çırağı olarak iş bulur -maaş almadan-. Burada filmleri titiz bir öğrenci gözüyle inceler, sinema tekniğini kavramaya çalışır. Ara sıra da filmlerden küçük parçalar aşırır ve bu film parçalarını eve götürerek lamba ışığı altında saatlerce seyreder. Hatta zamanla birikip çoğalan bu sahneleri birleştirerek ilk kurgu denemelerini bile yapar.
On beş – on yedi yaşları arasında tam yedi defa Hollywood’a kaçmaya çalışır. Aynı son yaptığı filmi Hollywood Kaçakları filminde olduğu gibi gemiyle.Her defasında da yakalanır ve evine geri döner. Öyle ki, babası bile alışmıştır artık bu kaçışlara.
Bu arada Özer ailesi Devlet Demir Yollarında çalışan babanın tayininin Eskişehir’e çıkmasıyla ikinci göç olayını yaşar. Eskişehir’i Adapazarı’ndan daha çok seven Özer o sıralarda yeni kurulan Eskişehir Belediye Tiyatrosunun sınavlarını kazanarak Ergin Orbey yönetimindeki Belediye Tiyatrosunda tiyatro öğrenimine başlar. Sahnede rol aldığı arkadaşları arasında sonradan Türk sinemasının ünlü isimleri arasına girecek olan Bülent Kayabaş ve şimdi rahmetli olan Mete İnsele!, Ajlan Aktuğ gibi isimler de vardır.
Askerlik çağı gelen Özer vatani görevini yapmak üzere Kıbrıs’a gider. “Az da olsa bir çavuş maaşım vardı. Askerde insanın fazla masrafı olmuyor. Ben de o maaşımı biriktirdim ve 8 mm’lik bir film kamerası aldım. Bu kamerayla adını “Çıbanbaşı “koyduğum Kıbrıs sorununu anlatmaya çalışan kısa bir film yaptım ve ağaçların arasına gerdiğimiz bir çarşafta bölükteki arkadaşlara ve komutanlara seyrettirdim.”
İlk seyircisi Mehmetçikler olan Muammer Özer asker dönüşü, Eskişehir’deki çeşitli dükkanlardan sipariş alarak reklam filmleri yapmaya başlar ve bu filmleri Eskişehirlilerin seyran yeri olan Porsuk Çayı kenarındaki beyaz perdede Eskişehirlilere izlettirir.
Aynı dönemde Eskişehir Demir Spor takımında haltere başlar. Halterde kısa zamanda başarılı olur ve kilosunda Türkiye birincisi olur.
Halter yarışmaları nedeniyle Avrupa’ya yaptığı seyahatler sonucu sinema tahsilini Avrupa’ da yapmaya karar verdikten (o zamanlar Türkiye ‘de sinema okulu yoktur) bir süre sonra kendini Almanya’da bulur. Almanya’da, Türklerin bulunduğu bir derneğe gidip gelmeye başlar. Politik düşünceleri sosyal demokrattan ileri gitmeyen, sadece sinema hayalleriyle yaşayan Özer’in iyi insanlar oldukları için aralarına katıldığı bu demek solcu bir demektir.
Bir süre sonra içine memleket hasreti düşer ve Türkiye’ye gitmeye karar verir. İstanbul’a vardığında Sirkeci’deki bir otelde oda tutar. Bir arkadaşının verdiği mektubu sahibine ulaştıracak, birkaç gün İstanbul’da dolanacak ve oradan da baba evine gidecektir.
Fakat, daha Sirkeci’deki ilk akşamında kaldığı otel odasında sivil polislerin baskınına uğrar. Bir kaç bina ötedeki Sansaryan hanından gelmektedir bu davetsiz misafirler. Genç yönetmen adayı özlemle geldiği ülkesinde, bir ay boyunca 15-20 kişiyle beraber küçücük bir odada göz altına alınır ve bu odadan sadece elektrik verilmek ve kendisiyle bilgi alışını içeren derin sohbetler yapmak üzere çıkarılır.
“Tam da 70 cuntasının civcivli zamanlarında gitmiştim Türkiye’ye. Ama, benim siyasi hiç bir eylemim olmadığı için polisle başımın derde gireceği aklımdan bile geçmemişti. Bir ay boyunca çeşitli yöntemlerle konuşturmaya çalıştılar. Derneğe kimlerin gittiğini, onların yakınlarını, neler yap tıklarım falan sorguluyorlardı. Bir de cebimden kameraman Kenan Ormanlar’ın Yılmaz Güney’e yazdığı mektup çıkınca -Yılmaz da o sıralar aranıyordu- iyice şüphelendiler benden.
Ama, bir ay sonra benden birşey çıkmayacağına kanaat getirip mahkemeye sevketmek üzere Maltepe Askeri Cezaevine -Mahir Çayan’ların tünel açıp kaçtığı hapishaneydi orası- gönderdiler beni.
Üç ay sonra da aleyhimde delil olmadığı için serbest bırakıldım. Ama o üç aylık süreçten politik olarak bilinçlenerek çıktım”
Yani sosyal demokrat olarak girdiğiniz hapishaneden sosyalist olarak mı çıktınız?
“Ne sosyalisti, kominist olarak… O ortamda bir kaç ay kalınca olayları daha net görüyorsun. Daha çok kafa yoruyorsun, sorguluyorsun, adaletsizi iğin farkına varıyorsun. Ünlülerden biri bir zamanlar “Hapishaneler bizim üniversitelerimizdir” demişti. Zaten, her askeri darbeden sonra birçok sıradan insan girdiği hapishanede bilinçlenip dışarı solcu olarak çıkmıştır. Ama bu arada birçoğu da ya canından oldu ya da kafayı üşüttü.”
Muammer Özer, hayatının Alfred Hitckok’un filmlerini aratmayan bu bölümünü arkasında bırakarak Almanya’ya geri döner. Bir film laboratuarında iş bulan Özer, aylarca zifiri karanlık banyo odasında film kopya eder. Birkaç ay sonra da Almanya’dan sıkılır ve kendisini Finlandiya’ya atar.
Neden Finlandiya?
“Almanya, Almanlar açmadı beni. Sıkıldım oradan. Sıkılınca da ilk önce İngiltere’ye gittim. Altı ay sonra oradan da sıkıldım ve halter müsabakalarında görüp beğendiğim Finlandiya’ya doğru yola çıktım. Orada Tatar Türklerinin yardımıyla vize aldım.”
İki yıl süren sinema eğitimi ve 6 kısa filmin ardından Finlandiya’dan da sıkılan Özer İsveç’e taşınır. Sene 1977.
İsveç’te kendi olanaklarıyla 4’ü uzun olmak üzere 30 film daha yapar. İsveç ‘te yaşayan bir Türk ailesini anlatan ilk uzun filmi Parçalanma’yı İsveçli oyuncularla 1984 yılında çeker. İsveç’te ve Türkiye’de beğeniyle karşılanan bu filmin hemen ardından Yeşilçam’da Bir Avuç Cennet’i çeker. Başrollerini Tarık Akan ve Hale Soygazi ‘nin paylaştığı, köyden İstanbul’a göçü anlatan bu film Antalya Film Festivalindeki en iyi senaryo ödülünden başka yurtdışındaki birçok festivalde de ödüller alır.
Bu çıkışın hemen ardından, 1986 yılında, üçüncü uzun filmi olan ve askeri darbeden etkilenen bir aileyi anlatan Kara Sevdalı Bulut’u çeker. Fakat, cunta psikolojisinden henüz çıkamamış Türk hükümetine bu film ağır gelir.
Özer’ in Beyoğlu’ndaki yazıhanesi sivil polisler tarafından basılır ve Kara Sevdalı Bulut’un orijinali ve kopyası Gayrettepe Emniyet Müdürlüğüne götürülür. Çünkü ihbar vardır.
Kim ihbar etti filmi?
“Yeşilçam ‘dan bir yapımcı…” Avukat Burhan Apaydın’ın devreye girmesiyle 6 aylık bir mücadele sonunda film beraat eder. Beraatin ardından Antalya Film festivaline başvuran Kara Sevdalı Bulut’un yarışmaya katılması belli çevreler tarafından engellenir . . .
Kara Sevdalı Bulut, gösterim izni almak için sansür heyetine sunulur ama bu sefer de sansür kurumu tarafından devletimizi, polisimizi ve darbecilerimizi eleştirdiği gerekçesiyle toptan yasaklanır.
Neden?
“Kara Sevdalı Bulut Türk sinema tarihinde Türkiye’deki baskı ve işkenceyi anlatmaya cesaret edebilen ilk filmdi. Aynı zamanda da daha sansüre bile girmeden polis tarafından alınıp karakola götürülen ve yasaklanan ilk film oldu. Bu olayların ardından da sansürden geçmesi beklenemezdi zaten.”
Özer’ in avukatları sansür kararına itiraz ederek İdari Mahkemeye başvururlar. Film İdari Mahkemede bilirkişi raporuyla aklanır. Ama dönemin ANAP’lı Kültür Bakanlığı İdari Mahkemenin bu kararına Danıştay’da itiraz eder, bunun üzerine Kara Sevdah Bulut yeniden ve bu sefer itiraz hakkı bile olmaksızın toptan yasaklanır.
2000 yılının Türkiyesinde hala yasaklı olan Kara Sevdalı Bulut’un başına gelenler Muammer Özer’i ekonomik ve psikolojik olarak büyük bir çöküntüye uğratır.
“Yapılan haksızlığa mı yanayım, Türkiye’ye gidiş gelişlerin, avukat ve mahkeme masraflarının açtığı maddi hasara mı yanayım şaşırdım, dengem bozuldu. Uzun süre yeni bir film projesine konsantre olamadım. Bir sanatçının eserini yasaklamak, halkla buluşmasını engellemek onun çocuğunu elinden almakla eş değerde. Kara Sevdalı Bulut yakılmaktan kıl payı kurtuldu.”
Kara Sevdalı Bulut’un getirdiği sıkıntılardan kurtulmanın en iyi çaresi yeni bir film yapmaktır. On yıllık aradan sonra, öyküsünü 30 yıl önce yazdığı ve kendi sinema tutkusunu, Hollywood’a kaçış denemelerini anlatan Hollywood Kaçakları’nın senaryosunu tamamlar.
1996 yılında Türkiye ‘ye gider ve geçmişini, çocukluk düşlerini filme çeker. Şu sıralarda Türk özel TV kanallarında gösterilen, Nisan ayı başında da geniş bir davetli grubunun katıldığı galasıyla Stockholm sinemalarındaki gösterimine giren Hollywood Kaçakları’nın Türkiye’ deki ilk sinema gösterimi 1997 yılı başında yapılır. Hem Türk hem de İsveçli eleştirmenler ve seyirci tarafından beğeniyle karşılanan film bir anlamda sinemaya dönüş filmi olur Özer için.
Bu günlerde konusu İsveç ‘te geçen bir uzun filmin hazırlıkları içinde olan Özer’e göre sinema sanatının entegrasyon açısından apayrı bir önemi var.
“İsveçliler göçmenleri gazetelerden okudukları kadar tanıyorlar. Göçmenler onu öldürmüş, bunu kesmiş, şunun ırzına geçmiş gibi yüzeysel ve sansayonel bilgileri var. Aynı zamanda, göçmenler de medyadan olumsuz haberlerle besleniyorlar ve onlar da İsveç toplumuna olumsuz önyargılarla bakıyorlar. Böylece her iki taraf da birbirini blok olarak görmüş oluyor. Bir yanda göçmenler, öte yanda İsveçliler. Birbirlerine yabancılar. Film aracılığıyla bu yabancılık kırılıp iki toplum arasında yakınlaşma sağlanabileceği gibi varolan önyargıların da hafifletilmesi mümkündür.
Bir milyondan fazla göçmene sahip İsveç ‘teki filmlerde, dizilerde göçmenlerin yok denecek kadar az olduğunu, olanların da çok önemsiz ya da kötü rollerde gösterildiğine dikkat çeken Özer, bu durumun özellikle gençler açısından çok önemli olduğunu vurguluyor “Gençler, göçmenlik psikolojisinden ezildikleri için kriminal oluyorlar. Çünkü, birinin gözünü morarttığı zaman ezilen değil ezen konumuna geçiyor ve suni bir üstünlük duygusu yaşıyorlar. Ama, mesela burda bir proje yapıp çocuklara bir film yaptırsak o film de övgüler alsa, bak gör o çocuklar nasıl gururlanacaklar. Göçmen olarak kaderlerinin çalmak, çırpmak olmadığının bilincine nasıl varacaklar. Ama, kapalı çocukların önü. Çemberin içinden çıkamıyorlar. Çemberin içinde gördükleri de işte o kabadayı serseri tipler. Onun için film olayı bu çocuklar için çok önemli. Ama ne filmciler bilincinde bunun, ne de devlet. Devlet, bu sorunu derneklere, kilisilere, camilere, hapishanelere yatırım yaparak çözmeye çalışıyor. Caminin, kilisenin de bir işlevi var. Ama sade dernekler, sade kiliseler, camiler bu sorunlan çözer diye beklersen o aptallıktır. Sade film de yapamaz bunu. Hepsinin birbirini tamamlaması lazım.
Buradaki aydınlar ne yapıyorlar?
Burdaki Türkler büyük bir parçalanmışlık içinde. Herkes sağa sola dağılmış. Özellikle aydın kesimde korkunç bir dağınıklık, parçalanma var. Hepsi kendi küçük hücresine kapanmış, diğer Türk sanatçı ve düşünürlerle ilişkiyi kesmiş durumda. Bu durum, düşünen yaratan insanlar için hiç iyi değil. Çünkü, düşünen insan, sanatçılar, kendi dilinde, kendisi gibi düşünen, konuşan, yaratan insanlarla fikir alışverişi yapmak ihtiyacı içindedir. Bu ihtiyacı karşılayamadığı zaman da bir eksiklik çıkıyor ortaya. Ben bu sıkıntıyı eksikliği yıllardır yaşıyorum burda. Umarım bundan sonra bir toparlanma olabilir. Bu dağınıklığın önüne geçmek lazım. Çünkü; bunun sonucu, bunalım, psikolojik çöküntü, yalnızlık ve karamsarlık. Dolayısıyla da bu insanların yaratıcı güçlerinin zedelenmesi. Sadece İsveçlilerle ilişki kurmak bizlere yetmiyor, her zaman için yetersiz kalıyor. “
| Mayıs 2000