Mart2004-Rohat Alakom:
Türkiye’den İsveç’e yönelik göçün öyküsü benim büyük ilgi alanlarımdan birisini oluşturduğu için, İsveç’e ilk gelen Türkiyelilerden olan Rasin Örsan ile ölümünden bir yıl önce bir söyleşi yapmıştım.
Örsan, 1928 yılında İstanbul’da doğdu ve Galatasaray Lisesi’nin bitirdikten sonra 20 yaşında geldiği Stockholm’de 25 Ocak 2002 günü öldü.
Ölümünden önce çocuklarına: ’’Öldüğümde benim hakkımda hiç bir şey yazmayın, gazetelere ölüm ilanları vermeyin, bu dünyadan sessizce göçüp gitmek istiyorum’’ demiş. Çocukları da babalarının isteğine uyarak acı haberi aile yakınları dışında kimseye duyurmamış. Bunu kendisiyle yaptığım söyleşiden aylar sonra bir rastlantı sonucu ortak bir dostun evinde tanıştığım oğlu Karl Örsan’dan öğrendim. Aşağıda Rasin Örsan’la yaptığım bu söyleşiyi okuyacaksınız. Ama önce onun başarılarla dolu renkli hayatını kısaca anlatmak istiyorum:
1948 yılında İsveç’e gelen Örsan, Kraliyet Teknik Yüksek Okulu’nda inşaat mühendisliği eğitimi aldı, 1953 yılında yüksek inşaat mühendisi oldu. Çorlu’da istihkam subayı olarak askerliğini yaptıktan sonra tüm hayatını İsveç’te geçirdi. Mesleğine Stockholm Belediyesi Fen İşleri Müdürlüğü’nde başladı. 1950-60 yılları Stockholm metro inşa- atının en faal dönemi idi. Rasin Örsan çiçeği burnunda bir mühendis olarak birkaç metro tren köprüsü projesinin yapımına katıldı. Daha sonra “Essingeleden” denilen ve Stockholm sitesini güneybatıdan çevreleyen ekspres çevre yolu planlamasında, yol üzeri köprü (viyadük) projeleri çizdi. Başta Västerås şehri olmak üzere çeşitli vilayetlerdeki köprü inşaatlarında da emeği ve göz nuru vardır.
Rasin Örsan, mesleğinde çok başarılı olmakla yetinmedi, Türkçe ve İsveççe kitaplar da yazdı. İsveççe yazdığı kitaplar şunlardır:
İstanbul – Gönlümdeki Şehir (1976), Antalya – Hazine Dairem (1978), Kaybolan Bakırköy (1989). Hançerin Gölgesi,(1997)
Bakırköy (İstanbul), yazarın çocukluğunu, ilk gençliğini yaşarken tanıdığı yerdir. Antalya’yı ise 1970’lerde bir seyahat şirketi kurup Türkiye’ye bura- dan turist taşıdığı dönemde yakından tanımış.
Rasin Örsan’ın en büyük tutkusu gezmek ve görmekti. Birçok dil bilirdi, bu nedenle her kültürden insanlarla ve değişik toplumlarla sürekli ilişki halindeydi. Özellikle emekli olduktan sonra dünyanın yüz kadar ülkesini gezmiş, odasındaki duvara asılı dünya haritasında gittiği her ülkenin üzerine kırmızı başlıklı bir toplu iğne yerleştirmişti. Daha uzun yaşasa, belli ki dünyadaki her ülkenin üzerinde bir toplu iğne olacaktı. Gezdiği yerlerde çektiği fotoğrafların ise haddi hesabı yoktu.
Son kitabınız “Hançerin Gölgesi” tarihi bir macera romanı. Bizans hizmetinde bir İsveçli Vikingin Bağdat’a seyahatini anlatıyorsunuz.
Tarihi bir roman yazmaya uzun zamandır heves etmiştim. Çok karışık Bizans tarihinin bir safhasını dile getirdim:13 üncü asır, 1200 yılları, Selçuklar, Moğollar, Haçlı Seferleri, Moğol Hakanı Hulagu, Selçuklu Sultanı Alaattin Keykubat, büyük hümanist Celaleddin Rumı. Terörizmin Yakın Doğu’da kök saldığı devir ve bu ortamda İsveçli bir silahşor…
Bu romanınız sizin İsveç’e kadar uzanan hayat öykünüzün bir yansıması olarak algılanabilir mi? Yani yolu İsveç’e değil de Yakın Doğu’ya düşen bir Rasin Örsan’ dan bahsedilebilir mi?
Zannetmiyorum. Ataları Viking olan bu roman kah- ramanı benim karakterime biraz uyuyor ise de ben öyle iri yarı, dövüşçü bir adam değilim. Hayatımın son yarısında hem Türklerin, hem İsveçlilerin iyi ta- raflarını benimsemeye gayret ettim. Beğenmediğim taraflarından da uzak kalmaya çalıştım. Her iki toplumun içinde yaşayıp,halkların sosyal ve kültürel vasıflarına nüfuz edebilmenin, hayatta orta yolu bulmaya yardımcı olabileceği inancındayım. Bundan dolayıdır ki, hem Türk hem de İsveç vatandaşıyım.
4 Kasım 1958 tarihli Milliyet gazetesinde sizin ve Urfa doğumlu Selahattin Rastgeldi’nin İsveç’teki başarılarınızdan söz ediliyor. Bu Kürt asıllı Selahattin Bey’den biraz bahseder misiniz?
1949’da İsveç’teki Türkiyeli vatandaşların sayısı 40’ı geçmiyordu. Selahattin Rastgeldi İstanbul’da Amerikan Koleji’ni bitirip benden bir yıl önce İsveç’e gelmişti.
Çok yakın arkadaşlık kurduk. Üçüncü bir genç daha, -şimdi rahmetli olan- İsmail Mumcu da aramıza katıldı. Bir arada gündüzlü geceli hoşça vakit geçirirdik
Selahattin Rastgeldi, çok iyi kalpli, son derece nazik bir insandı. Herkesin yardımına koşar, herkesin iyiliğini isterdi. Meslek hayatında da başarı kazandı, iyi bir uz- man doktor oldu. İngilizcenin yanı sıra mükemmel İsveççe konuşurdu. İsveçliler Selahattin’i çok severlerdi. Hele bayanlar bu centilmen erkeğe bayılırlardı. Gençken, 59 yaşında vefat eden arkadaşımın mezarı şimdi Urfa’dadır.
Evet şimdi de merak ettiğim asıl konuya gelelim. Dünya seyahatleriniz…Siz de eski Vikingler gibi deniz aşırı uzun yolculuklar yapıyorsunuz. Şimdiye kadar hangi ülkeleri ziyaret ettiniz?
Henüz ziyaret etmediğim tek tük ülke kaldı. Bunun haricinde bütün dünyayı dolaştım diyebilirim. Kuzey Kutbu yakınlarındaki Spitsbergen adalarından Güney Amerika’nın ucundaki Cape Horn’a, Karayip Denizi’nden Hawaii’ye, Güney Afrika’nın ucundaki Ümit Burnu’ndan Japonya’ya, Hindistan’dan Meksika’ya, Peru’dan Çin’e, Afrika’nın Serengeti savanasından Avustralya’nın tropik ormanlarına, Tahiti’den İzlanda’ya, Süveyş Kanalı’ndan Panama’ya kadar dünyayı döndüm durdum.
Avrupa dışındaki gezilerim 1978’de Tayland ile başladı. Son olarak da Brezilya’da Amazon Nehri boyunca gemi ile efsanevi Manauas şehrine kadar uzandım. Efsanevi, çünkü 19uncu asrın sonlarına doğru balta girmemiş ormanların ortasında bir opera binası inşa etmişler.
Yılda kaç memleketi ziyaret ediyorsunuz?
İlkbaharda ve sonbaharda iki uzun yolculuk yaparım.Yaz aylarında Avrupa’dan ayrılmam. Fransa’ya sık giderim. Galatasaray’da Fransız kültürü aldım. Mektebime çok müteşekkirim. Her yıl Haziranın ilk Pazar günü Galatasaray’ın pilav gününde bulunmaya çalışırım.
Ziyaret ettiğiniz ülkerden en çok hangilerini sevdiniz, hangilerinin etkisi altında kaldınız?
En başta Avustralya’yı söyleyebilirim. Kıta gibi büyük bir memleket. Sydney’de İstanbul’un havası var. Opera binası çok enteresan. Büyük Bariyer Denizi, yağmur ormanları, çölleri…Halk grupları arasında gerginlik yok, ahenk içinde bir arada yaşıyorlar. Zaten herkes göçmen olarak gelmiş, 40 bin senelik yerli Aborijin halkına saygı gösteriyorlar. Irkçılık yok. Japonya’yı, Arjantin’i, Meksika’yı da beğenirim. ABD şöyle böyle, ama San Francisco şirindir, orada da İstanbul’un havası vardır. Dünya’da yine de en cazip olanı Avrupa’dır. Avrupa şehirleri, Avrupa insanları, Akdeniz sahilleri, İstanbul’un Boğaziçi emsalsizdir. Hele Stockholm ve adaları…
Yaşadığınız maceraları anlatır mısınız bize?
Orta Avustralya’da çölün ortasında 350 metrelik bir monolit kaya vardır: Ayers Rock! Onun tepesine kadar tırmandım. Çok dik. Zincirlere asılarak çıkılıyor. Yıl 1989, 61 yaşında idim. Peru’da Machu Piechu İnka şehrinin yanında da Hırayna Piechu denilen böyle bir dik kaya vardır. Onun tepesine de ulaştım. Yıl 1998. Meksika’da Acapulco açıklarında Büyük Okyanus’ta 15 kiloluk bir kılıçbalığı tuttum.Yarım saat uğraştım. Fotoğraflarla dökümante edilmiştir. Yıl 1989. Avustralya’da Büyük Bariyer Koral denizinde bir dev roka (Mantle Ray) ile karşılaştım. Etrafında köpek balıkları dolanıyordu. Zararsız hayvanlar. Elimde sualtı fotoğraf makinesi vardı. Fotoğraflarını çekmeye muvaffak oldum, yıl 1989.
O yıllarda Türkiye’den İsveç’e gelen vatandaşların sayısı çok azdı. Eski gazeteleri karıştırdığımzda 4 Kasım 1958 tarihli Milliyet gazetesinde Rasin Örsan ve Urfalı Selahaddin Rastgeldi’nin (sağda) İsveç’teki üstün başarılarından söz edilmektedir. 1947 yılında İsveç’e gelen Selahaddin Rastgeldi özellikle tıp alanında yaptığı buluşlarla tanınmıştır.
’’ Hayatımın son yarısında hem Türklerin, hem İsveçlilerin iyi taraflarını benimsemeye gayret ettim. Beğenmediğim taraflarından da
uzak kalmaya çalıştım. Her iki toplumun içinde yaşayıp, halkların sosyal ve kültürel vasıflarına nüfuz edebilmenin, hayatta orta yolu bulmaya yardımcı olabileceği inancındayım. Bundan dolayıdır ki, hem Türk hem de İsveç vatandaşıyım.’’
Güney Afrika’da Hint Okyanusu’nun ılık sularında yüzerken surf dalgalarına kapıldım. Beni açığa çekmeye başladılar. Az daha hayata istifanamemi veriyordum. Canımı dişime takıp bir kaya parçasına kulaçladım. Kayaya sarıldım ama midye ve istiridye ile kaplı. Vücudum kan içinde kaldı.Yüz metre açıkta köpek balıkları bekliyordu! Onlar kan kokusunu almadan son dakikada canımı kurtarabildim. Kıyıda millet dehşet içinde bu sahneyi seyrediyordu. Tekne, kayık yoktu yardıma gelecek.Yıl 1992.
Serengeti savanasında safari otobüsü ile dolaşırken pencereden uzanıp dişi aslanların yavruları ile akşam üstü zebra sürüsüne doğru yaklaşmalarının fotoğrafını çekmek istedim. Çektim de. Diğer otobüslerden telefon ettiler. ”Çabuk içeri çekil, bir aslan üzerine geliyor” diye. Son anda kaçabildim. Aslanla aramda 20 metre kalmıştı. O aslanın da resmini çektim camın arkasından. Avını kaybettiği için bana çok kızgın bakıyordu.Yıl 1996.
Taj Mahal’in güneş doğarken fotoğrafını çekmek için gece karanlığında otelden çıktım. İnce asfalt bir yol tarlaların içinden geçiyordu. İn cin yok. Birdenbire ekinlerin arasından üç kişi çıktı. Bana koşup yanımda yürümeye başladılar. Ben durdum, onlar da durdu. ’’Ben Taj Mahal’e gidiyorum.Niçin yanıma geldiniz?’’ cevap yok. ’’Üzerimde para yok, beni bırakınız.’’ cevap yok. ’’Sizi polise söyleyeceğim’’ dedim. O zaman cevap verdiler: ’’Buralarda polis yoktur!’’ .’”Eyvah, hapı yuttum.” diye düşündüm. En azından fotoğraf makinemi alırlar, bir güzel de dayak atarlar. O anda, ilerde askeri bir nöbetçi kulübesi gördüm. Koşmaya başladım. İdmanlıyımdır. Kulübeye sığındım. Hintli askerler heriflere bağırıp kovdular. Benim de yanıma bir süngülü takıp Taj Mahal’in bulunduğu köyün başına kadar götürdüler. Yıl 1995.
Ben de Selahattin Rastgeldi gibi, ama ona göre daha uzun ve daha enternasyonal bir hayatın verdiği fırsatlardan istifade ediyorum. Bağımsız bir hayat sürmekte olmam da işi kolaylaştırıyor. Bu yüzden değişik ülkelerde pek çok hanımla tanışma şansına sahip oldum. Fransa, İngiltere, Amerika, Meksika, Brezilya, Karayip Adaları, Hawaii, Endonezya ve bu gibi yerlerin temsilcileri ile yakın arkadaşlıklar kurdum. Son 10 yıldan beri turistik gemilerle okyanusları aşıyorum. O büyük transatlantiklerde günler geceler eğlenceli geçiyor. Cazibeli, şuh hanımlar, dünya görmüş efendi beyler, nefis yemekler, deniz havası, mehtap, şampanya, dans…Darısı herkesin başına. Ama muhite intibak edebilmek ve biraz da hali vakti yerinde olmak lazım.
Daha daha neler yaptınız?
Daha daha neler mi yaptım? Buenos Aires’te profesyonel dansözlerden tango dersleri aldım. Kyoto şehrinde geyşalardan kitarada çalınabilen Japonca şarkılar öğrendim. Java adasında Yogykarta şehrinde bir lüks otelde orkestra refakatinde Fransızca şarkılar söyledim ve para kazandım, vesaire vesaire….
Gezdiğiniz diyarların fotoğrafları zengin bir resim koleksiyonu oluşturmuş. Gördüğüm kadarı ile bu albümlerin sayısı 60’a varmış durumda. Biraz da bu koleksiyondan bahseder misiniz?
Ben doğmadan önceki aile fertlerimin resimlerini de değerlendirerek ve hayatım boyunca çekilen fotoğrafları ayıklayıp sıralayarak albümler tertip ettim. On binden fazla resim…1900’ün ilk yıllarından 21 inci asra kadar 100 yıllık bir devri kapsıyor. İstanbul’daki “31 Mart Vakası”ndan Amazon sularındaki Anaconda yılanları ve parçalayıcı Piranha balıklarına kadar…Kızım Neşe “Baba, Allah göstermesin ama bir yangın halinde yapacağın ilk iş, şu albümleri balkondan sokağa atmak olsun” der.
Bütün bu anlattıklarınızı dikkatle dinledim ve istifade ettim Rasin Bey. Çok teşekkür ederim ve size uzun ömürler dilerim efendim.
-Bana zamanınızı ayırdığınız için ben de size teşekkür ederim Rohat Bey.
Resim altı: Rasin Örsan ve eşi 1950’li yıllarda