Mart2004-Hamdi Özyurt :
Defterimden hiç silmedim Muş’u. Çocukluğumun kenti; yoksul, sıcak, sevecen insanların yurdu; beni ben eden buğdayın, suyun doğduğu toprak; içinde ağladığım, içinde güldüğüm şehir… Rüyalarıma girdi, benliğimde yaşadı yıllarca. Gitmek isteyip de gidemediğim, hasretini çektiğim Muş’u ancak yirmi yıl sonra yeniden görme olanağım oldu.
Eski yakışıklılardan Naif Ağbi, bizi istasyonda ağırladı. Onu bıraktığımda pembe yanaklı, gömleğinin bağrı açık, yirmi beş yaşlarında bir delikanlıydı. Yıllar üst üste buğular bindirmiş Naif Ağbi’nin gözlerine, bir daha kalkmayacak karlar yağmış saçlarına.
Misafir söz konusu olunca, elmayla at gözünde birdir Muş insanının. Varını yoğunu bir cevize sığdırıp bize sunmaya hazırdı Bakkal Şebap. Aklımda kalan isimleri sordum ona. Kavaz Dayı, Saraye Bibi, Kekil Kirve, Memedi, Şazi… Birçoğu hayatta değildi artık. Herbiri bir şekilde teslim olmuş: Kanser, kan davası, savaş; olur olmaz araçlara binip saçma sapan kazalarda ölenler…
Doğduğum eve götürdüler bizi. Yarısı yıkılmış, yarısı ayaktaydı. Bahçesi, boşa harcanan emek gibi yok olmuştu. Karımla kızım bir yanımda, bir yanımda meraklı birkaç kadın, hiçbiri görmüyordu benim gördüklerimi. Kanı çekilmiş bir ölü gibi donmuştu zaman. Anılar, buzdan heykeller gibi serpilmişti her yana. Daha babamın çaktığı çivi duruyordu duvarda, annem çıkacakmış gibi aralıydı kapı. Yıllar önce uçurduğum kumru başını uzattı çatıdan… Postaya atsam kırılacak sırça bir mektuptu kalbim.
Muş’un yolu yokuştur, bilirsiniz. Bu tatlı yokuşu bir kuş gibi yorulmadan inersiniz. İnişten bir santim bile daha uzun değil, ama çık çık bir türlü bitmez yokuş. Güneş dağların ardına başka türlü düşer Muş’ta. Sonra firar ateşleri yanar, bağ evleri sanırsınız uzaktan. Sonra yuvasına döner kurtkuş. Akşamları, anlatılması güç bir keder konaklar kerpiç evlerde; kavaklarda, soğuk sularda. Akşamları Muş’ta, başa tütün gibi vurur sevda.
Fidan isminde bir kız sevmiştim Baraka Mahallesi’nde. Daha ortaokuldaydık o zamanlar, ikimiz bir ayardaydık. Yüzü ayın yüzü, gülün yüzü, sevincin yüzüydü. İki ucu Fidan kokardı oturduğu sokağın. Cumbadaki sardunya, pembe ortanca, ikindi ufuklarının şarabi hâli… Her şey Fidan gibiydi, her şey Fidan’dı sanki. Ben kapıdan geçerken o cama çıkardı, perdeler aralanmasa canım çıkardı.
Baraka Mahallesi’ne yalnız gittim. Başka çöpler, başka kediler, başka serseriler… Evleri yoktu yerinde, yeni binalar yapılmıştı her tarafa. Sorsam tanıyan bulunur mu acaba? Hikmeti Hüda’ydı sanki, vurdu bir yaz yağmuru. Eskisi gibi koktu toprak. Yıllar sonra yeniden tutuştu içimde aynı orman. Fidan’ı nasıl bulsam, Fidan’ı nasıl bulsam?!. Karım ve kızım beni bekliyorlardı amcamlarda, öğle yemeği yiyecektik birlikte; karnım açtı. Kaç gün aç kalsam daha incelirim aşktan?!.
Kendi kendimi doğurur gibi bir acı çektim memleketimi gezerken. Yirmi yılda gelişme adına bir şey yok Muş’ta. En büyük banknot on milyon lira, çocuk harçlığı kadar değeri var, ama kimsede yok. Banka önlerinda para kaptırmış mudiler bekliyordu, kahvelerde işsizler. Yüzleri bir küf yeşili, bir mum sarısı. Dilenciler tutmuştu kaldırımları. Demek ki şaklabanlıktan başka bir şey değilmiş bu ülkede politika.
Hayat, en inandırıcı yalan, neler neler yaşatıyor insana! Bir düşün içinden geçer gibi geçtik eski çarşıdan, Kale Mahallesi’nde bize türkü söyledi on yaşında bir çocuk, şeker fabrikasında üç gece yattık.
Ağlayarak ayrıldık Muş’tan.