Prizma’nın ilk sayısında, bir grup genç kızımızla yaptığımız bir röportaj da kızlarımız, ”Aileniz İsveçli bir erkekle evlenmenizi kabul eder mi? “ diye sorduğumuzda gülmüşlerdi bize ve “Şaka mı yapıyorsunuz? Biz daha kendi köylülerimizden ya da akrabalarımızdan başkasıyla evlenemiyoruz. “ demişlerdi.
Kızlarımız, ergenlik çağına girdikleri andan itibaren, beraber büyüdükleri, aynı ana okuluna, ilkokula gittikleri erkek arkadaşlarını, hatta akrabalarını sokakta görünce başlarını çeviriyorlar, selam vermeye bile çekiniyorlar. Çünkü; dedikodu yapılmasından ve adlarının çıkmasından korkuyorlar.
Bu derece gerilik, bırakın İsveç”i Türkiye ‘ deki küçük kasabalarımızda bile görülmüyor artık. Sonra da bazılarımız kalkıp İsveçlilere kızıyoruz, ayıbımızı yüzümüze vuruyorlar diye.
Hadi İsveçlileri kandırdık diyelim; peki kendimizi daha ne kadar kandıracağız? Bu süreç içerisinde yitip giden çocuklarımızı nasıl geri getireceğiz?
Hiçbir hastalık teşhis yapılmadan tedavi edilemez. Ama, en ölümcül hastalıkların bile doğru teşhis ve tedaviyle iyileşme umudu vardır. Fadime’yi öldüren ve onun gibi binlerce fidanımızın yaşamla ölümün o ince sınırında korkuyla nefes alıp vermesine sebep olan hastalıklı düşüncelerimizi bir an evvel teşhis ve tedavi etmeliyiz.
Hayatının baharındaki Fadime Şahindal çağdışı, hastalıklı bir törenin kurbanı oldu. Hem de İsveç gibi bir ülkede ve de 2002 yılında.
Bu toplumsal bir cinayettir ve bu cinayette hepimiz suç ortağıyız. Yani, bu olaylara dur demeyen, sessiz kalan, tepki göstermeyen, hatta kışkırtanlar.
Fadime ‘nin kanı az veya çok hepimizin eline bulaştı. Fadime ‘nin babası sadece tetiği çekti ve töre iki kurban yarattı. Fadime ve babası.
Fadime İsveçli bir kız olmaya çalışmıyordu. O, kendisi olarak, yirmi birinci yüzyılın çağdaş bir genç kızı olarak yaşamak istiyordu sadece. Onun, herhangi çağdaş bir Küıt, Türk veya ne bileyim Arap kadınından farkı yoktu.
Fadime ‘yi geri getiremeyiz ama, yeni kurbanlar verilmesini önleyebiliriz. Bunun için de, gençlerimize güvenmeli ve onları sevmeliyiz. Değer mi başkaları ne diyecek diye o en sevgili varlıklarımızı kara topraklara vermeye?
Sevginin yolu hayattan geçer, ölümden değil!
Vakit geç olmadan toplumsal bir uzlaşmayla bu olaylara, şiddete, baskıya tavır almalıyız. En önemlisi de dedikodu denen kötülük kaynağını kurutmalıyız.
Düşünmeden sarfettiğimiz ufak bir sözün, yorumun, yargının bir genç kızın ya da kadının hayatını söndürebileceğinin farkında olmalıyız.
Bu gidişe tepki göstermedikçe, dur demedikçe, sessiz kaldıkça biz de bu cinayetlerin ağır sorumluluğunu paylaşmaktan kurtulamayız.
Çağdışı törelerin daha fazla can almasını önlemek için sadece bireysel tepkilerle de yetinmemeliyiz. Bu konuda, göçmen dernek ve federasyonlarının da acilen gaflet uykusundan uyanıp üzerlerine düşen sorumluluklarını yerine getirmeleri gerekir.