Mart2004-Suat (Mateqi) Oktay Şenocak:
Aynada yansıyan aksine baktı ve ”mülteci olduğuma inanamıyorum” diye mırıldandı. Yutkunmak istedi, yutkunamadı. Ağlamak, gözyaşlarına boğulmak, hıçkırıklara nağme katıp, kaderini sorgulamak istiyordu aslında; ”Neydi günahım, Allahım! Ben ne yaptım da bana bu acıyı yaşattın?” diye söylenirken adının İsveç şivesiyle çağırıldığını duyup lavabodan çıktı.
Oysa üç ay önce Göteborg’a geldiğinde ne mutluydu. Hem Avrupa Şampiyonasını izleyecek hem de yıllardır görmediği akrabalarıyla özlem giderecekti.
Bursa’dan gelen haber, ikilem hatta üçlem içerisinde bırakmıştı O’nu. Akrabaları önüne üç alternatif koymuştu, karar verip seçmesi için. Ya geri dönüp kaderiyle yüzleşecekti ya kalabildiği kadar kaçak kalacaktı; ya da… O, ’’ya da’’ yı seçti.
Kaderin bir tecellisi mi nedir bilinmez, yıllarca önce, İkinci Dünya savaşının hemen ardından başlayan Balkanlar’dan Türkiye’ye göç furyası, 1950’li yılların başında babasını ve annesini Türkiye’ye mülteci yapmıştı. Eski Yugoslavya’da Tito döneminde, şimdiki Makedonya sınırları içerisinde kalan Kumanova kasabasının Mateq ve Slipcan köylerinden, baskılara dayanamayıp, topraklarını, yerlerini, yurtlarını bırakıp gözü kapalı Anadolu’ya kaçan mülteci bir ailenin çocuğu olarak, doğup büyüdüğü Türkiye’de yaşadığı tüm düş kırıklıklarına, acı tatlı gözyaşlarına rağmen, hiçbir zaman Türkiye’yi terk edip kaçmayı düşünmediğini anımsadı.
Çoğunluğu ellili yaşlardaki bayan görevliler, parmak izlerini alıyor, dijital fotografını çekiyor, hakkında ayrıntılı bilgiler alıyordu. O’nun aklı ise hala geride bıraktıklarındaydı…
O, diger ilticacılarla birlikte, özel bir otobüsle Göteborg’a bir saat uzak, en yakın yerlesim yerine yedi kilometre mesafede Varberg yakınlarındaki Mäshult isimli bir mülteci kampına getirildi. 13 numaralı koğuşa girdiğinde, Filistinli Bessam’ın sürekli gülümseyen ve yardıma hazır yüzüyle karşılaştı. Bessam’ın yıllarca İsrail baskısı altında yaşayıp da hâlâ gülümsemeyi becerebilmesi O’nu umutlandırmıştı. ”Öyle ya da böyle, hayat devam ediyor.” diye düşündü.
Beş vakit namazını doğuracaktı.
Anlaşmak ve uyum sağlamak için ille de aynı dili konuşmak gerekmiyordu. Aynı Dünya’da, aynı atmosferi soluyup da ilk kez karşılaştığı insanları incelemeye başladı.
İki Azerbaycanlı Azeri, bir İranlı Azeri, bir Filistinli, dokuz Sırp Çingene, iki Hırvat, bir Bosnalı Hırvat, bir Nijeryalı, bir Liberyalı, altı Somalili, beş Makedonyalı Türk, on yedi Bulgar Çingenesi, bir Burneolu, iki Gürcistanlı Azeri, bir Rumen, üç Afgan, dört Iraklı Arap, dört Türkiyeli Kürt, toplam altmış bir Dünyalıyla kader birliği yapıyordu.
Trajedinin çok büyük olduğunu düşündü ilk defa. Oysa, daha önceleri, mesleği ve kişiliği gereği bir çok haber izlemiş, okumuş ve gözlemlemişti. Yıllar önce Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçıp okullarda ve camilerde barınarak sefalet çeken mültecileri anımsadı. Türkiye’den, kamyon, tır, gemi ya da salla kaçarken yakalanan mültecileri de… İnsan tacirlerinin insafına kalmış kaderleriyle buralara kadar gelebilen, ya bir başka yere gitmeyi hayal ederken kendini Mäshult kampında bulmuş, ya da İstanbul’da, belki de Ege denizinin serin sularında son bulmuş hikayeleri.”Bu insanların kültürsüz, eğitimsiz, parasız, pulsuz, yarınsız ve umutsuz bırakılması onların suçu değil. Bu bir kader mi? Peki ya çocukların, bebelerin günahı ne?” diye düşünürken, kendi çocukları ve sevdikleri geldi aklına, ”Ben olsam böyle bir riske girmeyi göze alamazdım… Aileme bu cefayı çektirmeye ne hakkım olurdu, ne de cesaretim”
Kampa ilk geldikleri gün takvim yaprakları 23 Aralık’ı gösteriyordu. Dünya yeni bir yıla girmenin hazırlıklarını yaparken o bu mülteci kampında, yeni yıl coşkusundan uzak, dipsiz bir kuyuya inmekte olduğunu hissediyordu.
Noel tatiline rağmen 61 kişilik kampta kendilerine hizmet eden, herhalde sabırlı İsveçliler’in en çarpıcı örneği olan yemekhane görevlisi Sven, asistanı bir bayanla birlikte uzun yıllardır bu işi yapıyor olmalıydı. Zaman zaman Sven’in on yaşlarında ki oğlu Erik de onlara yardım ediyordu.
”Ama biz onu şurada bir kaç gündür tanıyoruz!” diye düşündü. ” Bir ara beni de sinirlendirse bile, diğer mültecileri, vurdum duymaz ve kendine göre haklı tavırlarıyla çileden çıkarsa da, o bu işi iyi yapıyor ve kime nasıl davranacağını biliyor. Kim bilir yıllarca ne insanlarla karşılaştı ve başından neler geçti. Biz onun için, hiçbir zaman anımsamayacağı gereksiz birer ayrıntıdan öte ne olabiliriz ki?”
Yılbaşından bir kaç gece önce, kamptaki Hıristiyanları almaya bir araç geldi. Yedi kilometre ötedeki köy kilisesinde Noel ayini yapılacakmış. Hıristiyan mültecilerle birlikte Müslüman Bessam, Iraklı Haydar ve hamile eşi, Azeriler ve O. ayini izlemek için kiliseye gittiler. İsveçliler dua ederken, O. da kendi dini inancına ve düşüncesine göre dipsiz kuyunun içinden Tanrısına seslendi.
Kiliseden sonra, Filistinli Bessam’ın ısrarıyla, kampta Cuma namazı kılmaya karar verdiler. Bessam’ın imamlığında, Somalili, Azeri, Gürcü, Türkiyeli Kürt C. ile birlikte namaz kıldı O.
Bir hafta kaldığı Mäshult kampındaki son gününde, Arnavut, Kürt, Rus, Moğol, Afgan ve Burundulu yirmi yedi kişi daha geldi. O. Toplam seksen yedi kişiyi bulan kamptan yılbaşından iki gün önce ayrıldı. Ama, yemekhanede omuzuna dokunarak ketçap istediği Somalili kadının İngilizce”D’ont touch mi… I’am Muslim Women!” (Dokunma bana. Ben Müslüman kadınım) şeklindeki tepkisini, yemekhane görevlisi
Noel tatiline rağmen 61 kişilik kampta kendilerine hizmet eden, herhalde sabırlı İsveçliler’in en çarpıcı örneği olan yemekhane görevlisi Sven, asistanı bir bayanla birlikte uzun yıllardır bu işi yapıyor olmalıydı. Zaman zaman Sven’in on yaşlarında ki oğlu Erik de onlara yardım ediyordu.
”Ama biz onu şurada bir kaç gündür tanıyoruz!” diye düşündü. ” Bir ara beni de sinirlendirse bile, diğer mültecileri, vurdum duymaz ve kendine göre haklı tavırlarıyla çileden çıkarsa da, o bu işi iyi yapıyor ve kime nasıl davranacağını biliyor. Kim bilir yıllarca ne insanlarla karşılaştı ve başından neler geçti. Biz onun için, hiçbir zaman anımsamayacağı gereksiz birer ayrıntıdan öte ne olabiliriz ki?”
Yılbaşından bir kaç gece önce, kamptaki Hıristiyanları almaya bir araç geldi. Yedi kilometre ötedeki köy kilisesinde Noel ayini yapılacakmış. Hıristiyan mültecilerle birlikte Müslüman Bessam, Iraklı Haydar ve hamile eşi, Azeriler ve O. ayini izlemek için kiliseye gittiler. İsveçliler dua ederken, O. da kendi dini inancına ve düşüncesine göre dipsiz kuyunun içinden Tanrısına seslendi.
Kiliseden sonra, Filistinli Bessam’ın ısrarıyla, kampta Cuma namazı kılmaya karar verdiler. Bessam’ın imamlığında, Somalili, Azeri, Gürcü, Türkiyeli Kürt C. ile birlikte namaz kıldı O.
Bir hafta kaldığı Mäshult kampındaki son gününde, Arnavut, Kürt, Rus, Moğol, Afgan ve Burundulu yirmi yedi kişi daha geldi. O. Toplam seksen yedi kişiyi bulan kamptan yılbaşından iki gün önce ayrıldı. Ama, yemekhanede omuzuna dokunarak ketçap istediği Somalili kadının İngilizce”D’ont touch mi… I’am Muslim Women!” (Dokunma bana. Ben Müslüman kadınım) şeklindeki tepkisini, yemekhane görevlisi
Sven’i,”Elhamdulilah Hıristiyanım?” diyerek Türkleri ti’ye alan Liberyalı Dallas’ı, Iraklı vurdum duymaz Haydar’ın hamileliğine rağmen pofur pofur sigara
içen karısını, dünya umurlarında olmayan Çingeneleri, sürekli ağlayan Burneo’lu on sekiz yaşındaki genç kız Siri’yi ve mülteci sorununu aklından çıkaramıyordu.
Yurtlarından çeşitli bahaneler ve gerekçelerle kaçan insanlar insan tacirlerine beş ile on bin arası dolar ya da euro ödüyorlardı. Umut tacirlerinin, insan kaçakçılığından cebine giren bu paraların kaba taslak bir hesabını yaptı.”Sadece İsveç’e günde 100 kişi iltica için girse, 365 günden, yılda 36 bin 500 kişi yapar. Bu insanlar buralara gelmek icin ortalama 6 bin dolar ödese, yılda 219 milyon dolar eder. Bu parayla neler yapılmaz ki? Bu sadece İsveç’e gelenlerin hesabı…Peki ya Norveç, Danimarka, İngiltere, Almanya, Fransa’ya gelenler…”
O, şimdi dilinde yeni yazdığı bir şiirle diğer mülteciler gibi Göteborg yakınlarındaki Nödinge’de hakkında karar verilmesini bekliyor.
Bu yazı yayınlandığında ya dipsiz kuyunun içine çakılmış olacak, ya da kendisine uzatılan ipe tutunup aydınlığa çıkacak.
Burada günler kısa, gölgeler uzun oluyor bebegim! kışları soğuk ve karanlık…
Biraz çıkınca güneş, uzyayıveriyor gölgeler;
gri adamlar gibi, yayılıyor kar üzerine…
Ben gölgeden hiç korkmadım bebeğim; varsın gölge korkakları yavşak olsun!
ben asla korkmam:
ne gölgeden, ne yalnızlıktan,
ne de yalancıdan…
lakin yalandır, zemberek olan
zemberek çözülüp, yalan soktu mu?
yılanı da, seni de, beni de zehirler bebeğim… yalan gerçeğin zehri, zehrin gerçeği!
ben senin kadar gerçek, gerçek kadar zehirim… yılan beni ısıramaz,
benim gölgem burada daha da uzuyor, çünkü… unuttun mu, yoksa?
boyum 1.94`tü, bebeğim!