Mayıs 2002 | Jan Guillou
11 Eylül’deki terörist saldırının sadece ABD’ye karşı yapıldığı ve Amerika’nın terörle savaşma yöntemlerinin de İslam terörüyle aynı kefede tutulması gerektiğine dair görüşlerim, şimdiye kadar yazdığım en kışkırtıcı yazılardan biri olarak görüldü.
Bu görüşlerim Aftonbladet gazetesinde yayınlandıktan sonra bin beş yüzden fazla okuyucu gazeteye mail yolladı. Bu okuyuculardan bin kadarı benimle aynı fikirdeydi ve kamuoyunu oluşturan kalemlerden hiç olmazsa bir tanesinin, Amerika ile özdeşleşen sürüden bayrağını sallayarak ayrılmaktan çok memnun olduğunu belirtiyordu. 500 kadar öfkeli okuyucu ise benden çok farklı düşünüyordu. Ben hayatım boyunca böyle bir şey görmedim ve hala bu müthiş duygu fırtınasını anladığımdan emin değilim.
Hemen Bağdat’a taşınmam gerektiğini yazanları bir kenara ayırırsak, belli başlı 3 görüş vardı beni eleştirenlerin mektuplarında:
Birinci görüş, ABD’nin Nazileri yenerek Avrupa’yı kurtardığı görüşüydü; ikincisi, İslam hakkında oldukça yeni bilgilerin ışığında öne sürülen görüşlerdi; üçüncü görüş ise beyaz ırkın hayatının diğerlerinden daha değerli olduğundan hiç kuşku olmadığına ait görüştü. Bu son görüşe göre bizim üçüncü dünya ülkelerindeki insanların değil de, Manhatan’daki insanların acısıyla özdeşleşmemiz gayet doğaldı.
Aslında Nazileri yenen, Stalin diktası altındaki Sovyetler Birliği Cumhuriyeti idi. Ama bu Stalin için geçersiz bir mazerettir. Tıpkı ABD’nin yaptığı savaş ve şiddetin mazeretinin “Hitler’i yenmek” olsa bile geçersiz olduğu gibi. İslam ile ilgili görüşler tartışma kabul etmiyor, çünkü bu görüşler genelde bilgiye değil, önyargılara ve korkuya dayanıyor. Bununla beraber, kendilerini beyaz adamın acısıyla özdeşleştiren yazarların bu hayret verici açıklamalarında haklılık payı var.
Bundan birkaç yıl önce ABD’nin, bir gerilla liderini yakalamak için Somali’nin başkenti Mogadishu’ya yaptığı saldırıda, yaklaşık 7 bin kişi öldürülmüştü. Bu, Manhattan’da ölen insan sayısıyla aynı. Bu toplu cinayette öldürülen insanlar da en az Manhattan’dakiler kadar masumdular. Ama bu olay Batı dünyasında ne geniş televizyon röportajlarına konu oldu ne de birkaç dakikalık saygı duruşuna. Çoktan unutuldu bile.
İşte Batı’nın bu soğuk, duygusuz, sadece kendini düşününen tutumu üçüncü dünya ülkelerindeki terörü besliyor. Eğer biz de teröristler gibi davranır ve havadan yapılan toplu cinayet saldırılarıyla intikam peşine düşersek problem daha da büyür. Beni eleştirenlere göre insanları özel uçakla öldürmekle askeri uçakla öldürmek arasında çok fark var. Onlara göre, güçlü tarafa ait askeri şiddet eylemi, zayıf tarafın terörist şiddetinden her zaman için daha ahlaki.
Üçüncü dünyanın Müslüman ülkeleri ile ABD ve onun yandaşları arasında gelişen bu düşmanlık, Amerikalı bir düşünürün de tanımladığı gibi, aslında “Kültürlerin Savaşı”. Bu, zamanımızın en ciddi ve büyük politik sorunudur. Çatışmalar sadece bazı ülkelerin arasında değil, bizim sınırlarımız içinde de var…
İsveç kamuoyu için belirleyici olan soru, beyaz çoğunluğun Müslüman azınlığa karşı ne gibi bir tutum içinde olduğu sorusudur. Ülkemizde yaşayan Müslümanlardan çoğu İran ve Afganistan’da olduğu gibi kendi ülkelerindeki dinci diktatörlüklerden kaçarak İsveç’ e sığındılar. Bu sığınmacıları, ülkelerinden kaçırtan politikalarla suçlamak korkunç bir yanlış olur. İsveç güvenlik örgütü de bu insanları yıllarca devletin baş düşmanları olarak görmüştü. Daha da fenası, bu tehlikeli ve önyargılı bakış açısı 11 Eylül’den sonra iyice kuvvetlendi. Ne de olsa hep beraber terörle savaşacağız. Bu hızla tırmanan “kültürler arası savaş” dünya barışının ve İsveç toplumunun huzurunun baş düşmanı.
Batı dünyasının bu tehlikeyi demokrasinin üstünlüğü ile giderme imkanı vardır. Örneğin, insan hayatının değerinin daha az olduğunu düşündüğümüz ülkelerdeki masum insanları topluca öldürmek yerine teröristleri yargı önüne çıkararak.
Seçim yapma şansımız hala var. Önümüzdeki iki seçimden biri yoğun ve uzun bir savaş, ki bu hava yoluyla yıllar boyunca sistemli olarak toplu kıyımlar yapılması anlamına gelir, ikinci seçim ise, üçüncü dünya ülkelerine desteğimizi arttırmak ve kendi topraklarımızdaki ırkçılıkla savaşmaktır.
Sadece bir tek anlayışa gereksinmemiz var. Ama bana gelen o beş yüz öfkeli elektronik postayı dikkate alırsak bu anlayışa ulaşmak söylendiği kadar kolay değil.
Mogadishu’daki bir insanın hayatı ile Manhatan’dakinin hayatı aynı değere sahiptir. Bunun aksini söyleyen, dünyayı felakete götüren yolu seçmiş olur.