Stockholm’e yılda en fazla üç-dört defa yolum düşer. Yaşadığım Gotland adasından Stockholm’e gidip dönmek, başka bir ülkeye gidip dönmek gibi bir şey. Toplam on saat gemi, iki saat de otobüs yolculuğu oldukça yoruyor insanı. Kışın ortasında Stockholm’e, bu kez Mehmed Uzun’la görüşmek için gidiyorum. Giderken, imzalatmak için, kütüphanemde bulunan Mehmed Uzun kitaplarını da götürüyorum, beş tane kalın kitabı seve seve yük ediyorum kendime. Bu beş kitap arasında bir tanesi var ki, okurken bir iç deprem geçirdim, sarsıldım. Bırakıp geldiğim coğrafyayı ve o coğrafyanın kıymetini ne kadar az bildiğimi bir kez de o kitap hatırlattı bana. Kitabın adı, “Dicle’nin Yakarışı”. Bir kültür haritası, bir sevgi kılavuzu…
Stockholm, denizin ve akarsuların adalara böldüğü bir şehir, adalar birbirine köprülerle bağlı. Köprülerin altındaki sular, Stockholm’ü pare pare avucunda tutan deniz donmuş. Üzerinde gezenler, kayak kayanlar, burguyla buzu delip balık tutanlar var. Merkezi bir yerde bulunan Hurtigs isimli bir pastanede buluşuyoruz Mehmed Uzun’la.
Mehmed Uzun 1977 yılından bu yana İsveç’te yaşıyor. Kendisiyle yıllar önce telefon aracılığıyla tanışmıştık, ama yüz yüze ilk defa görüşüyoruz. Şık giyimli, kibar bir insan; bakışları zeki, hayat dolu; sözcükleri tane tane kullanıyor, karşısındakini incitmemeye dikkat ediyor konuşurken.
Her zaman sabırsız ve aceleciyimdir, kitapları imzalamasını rica ediyorum hemen. Ama o, tam bir romancı sabrıyla, hiç acele etmeden, önce kitapları alıyor önüne; tek tek inceliyor kendi kitaplarını, çocuklarıymış gibi şefkatle okşuyor. Sonra ceketinin iç cebinden, Nazilere karşı savaşmış bir gazeteci olan Torgny Segersted’in anısına, Norveç ‘te kendisine ödül olarak verilen altın kalemi çıkarıyor. Kitapların her birine diğerinden farklı sözlerle, iyi, güzel dileklerini yazıyor ve imzalıyor.
İkimiz de sigara kullanmıyoruz, ama Hurtigs içinde sigara içilen, şehrin ender kapalı mekanlarından biri. Yine de içeride fazla sigara dumanı yok, İçerisi fazla kalabalık da değil. Ortada süt gibi beyaz bir piyano var, büyük saksılarda küçük palmiye ağaçları, renkli balıklarıyla kocaman bir akvaryum dipte… Mehmed Uzun’un üzerinde Dicle’nin Yakarışı’nın ikinci cildini de bitirmiş olmanın rahatlığı var. Roman yazma süresince kendini hapsettiği, Sigtuna şehrindeki o eski manastırdan yeni çıkmış, yani mutlu. Birinci cildi yazarken de, Rushagen isimli bir köyde, dış dünyayla bütün bağlarını keserek kendini izole etmişti, biliyorum.
Bıro’dan söz ediyoruz biraz; hani şu, her şevbuherk’in** sonunda, “Başucuma bir tas su ve bir avuç kuru üzüm bırakın, yorganı üstüme çekin, kandili söndürün ve gidin“ gibi gizemli şeyler söyleyen Bıro’ dan. Dicle’nin Yakarışı’nın ilk cildindeki o yoğun anlatımdan, onca dolu sözden sonra, ikinci ciltte Bıro’nun bize anlatacak başka neyi kaldığını soruyorum. İlk cildin, ikinci cildi gerilime hazırladığını söylüyor Mehmed Uzun. İlk ciltteki sembollerin, nişanların, işaretlerin; ikinci ciltte ayaklanmalara, katliamlara, sürgünlere; insanların, kültürlerin kaderlerini belirleyen olaylara nasıl dönüştüğünü yine Bıro anlatacak. Bu kitabın üzerinde nasıl çalıştığını; nerelerden, ne zorluklarla materyaller topladığını anlatıyor Mehmed Uzun. Yüzyıllar boyunca ağır katliamlar geçiren Keldanilere ve Yezidilere karşı bir vicdan borcu olarak görüyor bu kitabı. Ortadoğu ‘da her milletin, her etnik grubun, her aydının, her bireyin yapması gereken muhasebenin kendi payına düşen kısmını bu kitapta yaptığını söylüyor. Kürtler içindeki bazı bağnaz grupların işlediği suçların özeleştirisini de kendi boyun borcu olarak gören yazar Mehmed Uzun, insan Mehmet Uzun olarak da gözümde yüceliyor.
Suçluluktan, vicdandan, muhasebeden konuşurken söz Uzun’un davalarına geliyor. Davaları konuşmak, edebiyat konuşmak gibi keyifli değil ikimiz için de. Hakkında açılan beş davadan dördü kitaplarıyla, biri ise Diyarbakır’da yaptığı bir konuşmayla ilgili. İlkel bir zihniyet, birçok yazar, aydın insan gibi, onu da yıllarca davalarla uğraşmak zorunda bırakıyor. “Aşk gibi Aydınlık Ölüm Gibi Karanlık ” isimli romanıyla ilgili mahkemeyi (dava gerekçesi: yayın yoluyla bölücülük yapmak) izlemek için, Avrupa’nın önde gelen yirmi beş yazarı, onunla biri ikte Türkiye ‘ye gidiyor. Avrupa’ daki hemen hemen bütün yazar örgütleri, birçok politikacı, birçok devlet ve bilim adamı, desteğini Mehmed Uzun’dan esirgemiyor. Destek amaçlı deklarasyonda Avrupa’nın önemli yazar ve aydınlarının neredeyse tümünün imzası var: Nadine Gordimer, Günter Grass, Elie Wiesel, Yaşar Kemal, Zülfü Livaneli, Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Günter Wallraff, Homero Aridjis, Daniella Mitterand ve daha niceleri…
Mehmed Uzun mahkemede, kendisine bu davayı açanları sertçe protesto ediyor. Ona göre sorun, kendisinin ve kitabının yargılanması değil; sorun, çok doğal olarak,düşünce ve edebiyatın özgürlüğü sorunudur, bir dilin kendini ifade edebilme sorunudur, çözülmek istenmeyen bir azınlıklar sorunudur, hakları savunmanın bölücülük olmadığını ıspatlama sorunudur… Davaların tümü beraatle bitiyor.
Aslında belki de, yıllarca yok sayılan, “bu dilde edebiyat olmaz, roman yazılamaz ” diyen, insan aklıyla ve vicdanıyla bağdaşmayan bir geleneğin; yıkılmak üzere çatırdayışının sancılarıydı bu davalar. Mehmed Uzun ‘un romanını kabul etmek, resmi ideolojinin, kendini yadsıması, en azından kendini iyice gözden geçirmesi anlamına da geliyordu.
Bu davaları açanların, uygarlıkların başlayıp boy attığı Anadolu gibi kadim ve mübarek toprakların insanına bir faydası dokunmuyor kuşkusuz. Ama davaların bu şekilde sonuçlanması, Anadolu insanının, başkaları kadar hak ettiği demokrasiyi, düşünce özgürlüğünü, barışı ve aydınlığı gerçekleştireceğini gösteriyor.
Mehmed Uzun, bugün birçok dilde okunan bir dünya yazarı, Siverek’ten yola çıkarak dünyayla buluşan bir dengbej . Edebiyatla ilişkisi sıkı bir okuyucu olarak başlıyor; daha sonra İsveç ‘te, İsveçli dostlarının teşvikiyle yazmaya yöneliyor. Bugün ise Mehmed Uzun, modem Kürt romanının öncülerinden olmak gibi bir misyonun sahibi. Bunun rastlantılarla bir ilişkisi yok; dişiyle, tırnağıyla kazarak çıkarıyor yerin altındaki değeri. Sözlü geleneğin güçlü olduğu Kürtçe gibi bir madenin üzerinde bulunmak bir şans onun için, bir o kadar önemli ikinci şans ise, o madenin oradan çıkarılıp •işlenmesi için gerekli enstrümanların ve yeteneğin kendisinde bulunmasıdır. Çünkü sanat dallarının en ilgi isteyeni, en nazlısı olan edebiyat, işin ehli olmayana bu kadar yüz vermez.
Günde en fazla bir-iki saat, resim gibi donuk ve utangaç bir güneş, gerisi hep karanlık İsveç ‘te bu mevsimde. Ama sokak lambaları, vitrinler, evlerin camları alabildiğine ışıklı… Birden saatime bakmayı akıl ediyorum, saat beş. Üç saattir ilk defa bakıyorum saatime, nasıl geçti üç saat anlayamadan? Ayrılırken ona, o her dilin dengbej’ine Kürtler adına, Türkler adına, İsveçliler adına, yazdıkları ve yazacakları için teşekkür ediyorum. Eve dönmeden önce, ışığın ve buzun kenti Stockholm ‘ün güzel ve düzenli caddelerini geziyorum. Mehmed Hoca’nın imzaladığı kitaplar çantamda, geldiğimden kesinlikle daha bilgili dönüyorum; daha olgun, daha sevinçli…
Mehmed Uzun’un Eserleri :
* Tu (Sen) Roman, 1985
* Mirina Kaleki Rind (Yaşlı bir Rind’in Ölümü) Roman,1987
* Siya Evine (Yitik Bir Aşkın Gölgesinde) Roman, 1989
* Rojek ji rojen Evdale Zeynıke (Evdale Zeynıke ‘nin Günlerinden Bir Gün) Roman, 1991
* Destpeka Edebiyata Kurdi (Kürt Edebiyatına Giriş) İnceleme, 1992
* Hez û Bedewiya Penûsê (Kalemin Gücü ve Görkemi) Deneme, 1993
* Mirina Egideki (Bir Yiğidin Destanı) Destan-Ağıt, 1993
* Världen i Sverige (Tüm Dünya İsveç’te) Edebiyat Antolojisi, M. Grive ile birlikte, 1995
* Antolojiya Edebiyata Kurdi (Kürt Edebiyat Antolojisi) Antoloj i, İki cilt, 1995
* Bira Qedere (Kader kuyusu) Roman 1995
* Nar Çiçekleri, Deneme, 1996
* Ziman u Roman (Dil ve Roman) Söyleşiler, 1997
* Bir Dil Yaratmak, Söyleşiler, 1997
* Dengbejlerim. Deneme, 1998
* Roni Mina Evine-Tarı Mina Mirine (Aşk Gibi Aydınlık- Ölüm Gibi Karanlık) Roman , 1998
* Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler, deneme, 2002
* Hawara Dicleye I (Dicle ‘nin Yakarışı) Roman , 2002
Havara Dicleye II (Dicle’nin Yakarışı), roman, 2003
* Dengbej: Meclislerde türkü söyleyen, hikaye, destan, efsane anlatan, toplumsal hafızayı belleğindeki sözlerle diri tutan ses sanatçısı.
** Şevbuherk: Kürt kültüründe, dengbej’lerin türkü, destan söyledikleri, hikaye, masal anlattıkları, akşam namazında sonra kurulan ve gece yarılarına kadar süren geleneksel gece meclisi, Kelimenin tam karşılığı “birlikte geçirilen gece“dir.
| Aralık 2004