Kasım ayının başında (2 Kasım) Hollandalı film yönetmeni Theo van Gogh (Hollandalı büyük ressam Vincent van Gogh’un kardeşinin torunu) Amsterdam’da sokak ortasında bisikletle giderken Faslı bir “yobaz ” Müslüman tarafından önce kurşunlanıp daha sonra bıçak darbeleriyle hunharca katledildi. Yargısız infazın nedeni: Müslüman kadınlarının ezildiğini gösteren eleştirel bir belgesel film yapmış olması.
İsa ve Hristiyanlık üzerine yüzlerce film yapılmış olan Batı ülkelerinde bugüne dek yaptığı filmden, yazdığı yazıdan ya da kitaptan dolayı hiç kimsenin öldürülmemiş olması uygar toplumlara yakışan bir davranış.
Theo van Gogh’un yaptığı film yüzünden öldürülmesi haberi, beni kendi geçmişimi ve Türkiye deki sanata bakış açısını tekrar gözden geçirmeye itti…
İlk sinema filmini yedi yaşındayken gördüm, sinemaya tutuldum ve sinemacı olmaya karar verdim. Bu kararımla birlikte aşırı dindar olan babamla filmci olma mücadelem de başlamış oldu.
Babam yıllarca tehdit ve dayakla sinemacı olmamı engellemeye çalıştı ama başaramadı. Ona göre film, gavur icadı, şeytan işiydi ve sinemaya gitmek günahtı. Çünkü film resimlerden oluşuyordu. Çocukluk yıllarımda, karlı bir kış günü büyük bir zevkle evimizin önünde yaptığım insana çok benzeyen kardan adam heykelini, babamın günah saydığı için, Tanrı adına acımasızca paramparça etmesini de hâlâ unutamam. “Müslümanlıkta insanı ve tüm diğer canlıları Tanrı ‘dan başkası resmedemez, resmederse onlara ruh da vermek zorundadır. ” derdi babam.
Baba evinden ayrılarak babamın baskı ve yasaklarından kurtulup film yapmaya başladığımda Türk devleti, sansürüyle, polisiyle, baskı ve yasaklarıyla karşıma dikildi. Böylece, babamın din kaynaklı yasaklarına devletin politik amaçlı yasakları eklenmiş oldu.
Kültürü desteklemesi gereken Kültür Bakanlığı kültürü, sanatı baltalayan, engelleyen bir kuruma dönüştü. İnsan için varolan ve insanın sağlıklı bir toplumda yaşamasını amaçlayan dinin, insana düşman konumuna sokulması gibi.
Tüm Müslüman ülkelerde resim ve heykel sanatı yirminci yüzyılın başlarına kadar gelişememiştir. Türkiye’deki müzeleri ve tarihi kalıntıları dolduran çok değerli sanat yapıtlarının neredeyse tümü Müslüman olmayan toplumların sanatçılarına aittir. Müslüman kökenli santçılara ait olan eserler ise İranlı ve Araplardan esinlenmiş çoğu din bağlantılı müzik, yazı ve süsleme sanatından ibarettir. Topkapı sarayını süsleyen bütün Osmanlı sultanlarının tablolarının altında Müslüman olmayan Avrupalı sanatçıların imzası vardır.
Köylerde Çingenelerin çaldığı davul zurna eşliğinde oynanan halk dansları, şehirlerde sahnelenen orta oyunu, gayrimüslimlerin oynadığı göbek dansı ve Çin’den devşirme Karagöz Hacivat oyunuyla yetinmiştir koca Osmanlı İmparatorluğu tarihi boyunca. Resim, heykel sanatı, klasik müzik, opera, bale, fotoğraf, sinema ve modern anlamda tiyatro Türkiye’ye ancak yirminci yüzyılın başında ve Cumhuriyet’in ilanından sonra girebilmiştir. İlk sinema ve tiyatro sanatçıları da Türkiyeli gayrimüslim azınlıklardır.
Dünyanın az sayıdaki en güçlü İmparatorluklarından biri olan Osmanlı İmparatorluğu neden sanatsız ve sanatçısız kısır, kuru bir toplum olarak kaldı?
Bu sorunun cevabı uzun bir yazının konusu olduğu için ben bunu özet olarak bir cümleyle açıklayayım: Toplumu yönetenler ve toplumun bireyleri benim cahil bırakılmış dindar babam ve Hollandalı film yönetmeni Theo van Gogh’u öldüren yobaz katil gibi düşündükleri için.
Sanatı, sanatçıyı hor gören, aşağılayan ve baskı uygulayan düşünce biçimi yüzyıllarca toplumun kan damarlarını kurutmuştur.
Sonunda sanatçı olamayan, sanatı sevmesini ve ondan zevk almasını bilmeyen, ince duyguları ve zevkleri gelişmemiş kaba saba, kuru bir toplum çıkmıştır ortaya.
“Efendiler, milletvekili, bakan, hatta Cumhurbaşkanı olabilirsiniz, ama sanatçı olamazsınız! ” diyen Atatürk, resim ve heykel gibi sanatların haram sayılmasından toplumu kurtarmak için: “Sanatsız kalan bir toplumun şah damarlarından biri kopmuş olacaktır!” demiştir.
Atatürkün bu sözleri: “Sanat; devlet, millet için gereksiz ve tehlikeli bir saçmalıktır. Sanatçı, edebiyatçı ve aydınlar görüldüğü yerde başı ezilecek vatan hainleridir. ” olarak uygulanmıştır Cumhuriyet tarihi boyunca.
Fakat, Türk sanat ve edebiyatı, sanatçıya karşı uygulanan tüm baskı ve horlamalara rağmen, büyük bir atılım yaparak evrensel düzeye ulaşmayı başarabilmiştir Cumhuriyet döneminde.