Daha Göteborg’de yaşadığımız felaketin acısı taptaze iken bu sefer de ana yurdumuzdan gelen felaket haberi ile dağlandı yüreklerimiz.
Aslında, Türkiye’de ve bütün dünyada her an milyonlarca insan genç yaşlı demeden savaş, trafik kazası, terör, ihmal, cinayet, uyuşturucu, açlık gibi doğal olmayan nedenlerden dolayı can veriyor. Başımıza gelen bu son felaket ise her an içinde yaşadığımız ama doğrudan kendi başımıza gelmediği için pek umursamadığımız bu acı gerçeğin bir kaya gibi tepemize düşmesi.
Eskiden, bir insan eğer biraz şanslıysa feci bir ölüm sahnesiyle karşılaşmadan doğal ömrünü tamamlar ve sıcak yatağında sevdiklerinin yanında can verirdi. Son yıllarda ise televizyon ekranlarında izlediğimiz ölümler, cinayetler, kazalar gündelik hayatımızın bir parçası oldular. Korku filmi izler gibi izledik haberleri. Moralimiz, dengemiz bozuldu her seferinde. En feci kazaları, kan ve ölüm dolu haberleri izledikten sonra eğlence programlarına daldık. Birkaç dakika önce ekranda izleyerek dehşete düştüğümüz bir bebeğin ölümüne kısa bir süre bile olsa matem tutmaya fırsat bulamadan hangi şarkıcının hangi artistle aşk yaşadığı bilgileri(!) ya da abuk subuk bir yarışma programında birkaç milyar lira kazanan birinin sevinci ile karıştı zihinlerimiz ve duygularımız. Biraz önce seyrettiğimiz dehşet sahneleri herhangi bir Rambo filminden daha gerçek değildi artık.
Sonunda olan oldu. Uyuyan bedenler ve karışık zihinler kıyametin provasıyla uyanmak zorunda kaldı apansız. Acıyla yanan yürekler öfkeyle kabardı uyanışın hemen ardından.
Çünkü, felaket doğaldı ama ölümler doğal değildi. Biz bu filmi daha önceleri de görmüştük.
Öfke; akıl ile beraber ve doğru yönde, doğru zamanda kullanıldığında yaşamsal önemi olan etkin duygulardan biridir. Umudumuzun savunma gücü, gözüpek savaşçısıdır.
Öfkemizi yok saymanın ne bize ne de insanlığa faydası vardır. Tam tersine yüreğimizden kopup gelen öfkeyi aklımızın yol göstericiliğinde, yaşamak -insan gibi yaşamak- hakkımız için yapıcı bir biçimde kullanmalıyız. Bunun en iyi, hatta tek yolu uyuşukluktan sıyrılıp içinde yaşadığımız toplumla, dünyayla yakından ilgilenmek ve kendimize ya da başkalarına yapılan her türlü haksızlığa tepki göstermektir.
Geçmişi değiştirmek olanaksız ama geleceği şekillendirmek bizim elimizde. Birbirimizin değerini anlamak için ille de felaketler yaşamamız gerekmemeli.
Hayat sürekli olarak aynı mesajı tekrarlar durur bize: Yaşadıklarımızdan ders almayı. Biz acı deneyimlerden ders almadıkça bu deneyimler tekrarlanır durur. Bizler aslında ne kader kurbanıyız ne de toplumsal kurbanlar. Çünkü, içinde yaşadığımız toplumun ve kendimizin kaderini hayata bakış açımızla, her an yaptığımız seçimlerle biz belirliyoruz.
“Biz Erzincan’ı, Varto yu unutmuş toplumun bireyleriyiz, bunu da unuturuz.” demek bizi hiç bir yere götürmez. Daha önceki deneyimlerimizden birşey öğrenmemiş olmamız bundan da öğrenmeyeceğiz anlamına gelmez.
Ayrıca, içine düştüğümüz kısır döngü unutkanlıktan değil, büyük bir uyuşukluk içinde dünyada ve çevremizde olan bitenlere boşvermemizden kaynaklanıyor.
”Bana dokunmayan yılan bin yaşasın!” deyimi bencil ve sorumsuz insansanları eleştiren bir deyimdir. Bu deyimi vurdumduymazlığımızın savunma aracı olarak kullanmak, hatta yaşam felsefemiz olarak benimsemek kendimize ve gelecek kuşaklara yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden birisidir.
Türkiye’de canlanan, bizleri de sarıp sarmalayan dayanışma ruhunu devam ettirerek, gerek Türkiye’ deki gerekse buradaki insanca yaşama mücadelemiz için içinde yaşadığımız toplumun uyumlu ve etkin bireyleri olmalıyız bir an önce.
Uyumlu insan, herşeye razı olan insan değildir. Tam tersine haklarını bilen, alan ve kullanan insandır. Sen ben kavgalarını, anlamsız kişisel hırslarını bir yana bırakarak insanlığın ortak refahı için hizmet eden insan, uyumu en gerçek anlamıyla yaşıyor demektir.
Asırlardır beklenen büyük kurtarıcının kendimizden başkası olmadığının farkına varmamızın ve bu bilinçle eyleme geçmenin zamanı geldi artık.
Sorumluluğumuz büyük.
| Ekim 1999